8 Mayıs 2011 Pazar

Annem Bizi Severdi

Annem bizi severdi. O ölme isteğiyle doğmuştu. Biliyorum çünkü aynı istek bende de var. Ağabeyim Orhan diyor ki bedenlerimiz bir bavulmuş aslında. Tanrı bizi içine koyar yeryüzüne gönderirmiş. Ağabeyim ve ben kapalı yerlerden nefret ederiz. Asansöre binmeyiz. Işıklar hiç sönmez evimizde. Kapılarımız işlevsizdir. Annemin kapısı açık, duş perdesi olmayan küvetimizde banyo yapmasını çocukluğumuzda kanıksadık biz. İkimizin de hiç kız arkadaşı olmadı. Onların annemden farklı ince uzun bacaklarını, yuvarlak kalçalarını düşlüyorum bazen, banyomuzun aralık kapısının önünden geçerken. Düşündüklerim beni utandırmıyor. Hiçbir kadın annem değil biliyorum. Onun gibi ölmeye yatmış değil.
Ağabeyimle ilkokula giderken annem ilk bedenini terk etme deneyimini yaşadı. Okuldan eve gelip, dokuz kat merdiveni yarışarak çıkmıştık. Ben kazanmıştım. Evin günlük alışverişlerini yaptığım için daha idmanlıydım. Orhan’dan korkardım. Ona söylenen işleri de ben yapardım, annem gönüllü yaptığımı sanırdı. Oysa her zaman uykularımı kaçıracak hikayeleri vardı Orhan’ın. Aynı odada uyurduk. Gece uykuya dalmadan önce, sohbet eder gibi tatlı dille başladığı konuşmasını kabusum olacak bir hikaye ile sonlandırırdı. O gün onu kızdırdığıma inanıyorsa hikayesi daha acımasız olurdu. Aslında onun söylediklerini rüyalarımda tamamlar, bazen kendi sesime uyanırdım. Saçlarım hep ıslak olurdu.
Anneme şikayet etmeye korkardım. Cezası her zaman adil olurdu, onun sağ yanağına inen tokadın ayarı benim sağ yanağımda son bulurdu. Elinin rengi ve izi her daim aynı tonda ve şekilde olurdu yanaklarımızda. Kırmızının tonu yanaklarımızda aynı zamanda uçar, acımız birlikte hafiflerdi.
Annemde diğer anneler gibi çocuklarını dokunarak severdi. Ama onun dokunması şiddetle olurdu.
O gün annemi yatağında yatar vaziyette bulduğumuzda ben uyuduğunu sanıp sevinmiştim. Bizi soru sormayacak demekti. Okulda ne yaptığımızı, arkadaşlarımızdan kimlerin bizi üzdüğünü sorgulamayacaktı. Rahatça öğle yemeğimizi yiyebilirdik. Ama ağabeyim rahat durmadı. Gidip annemi uyandırmak istedi. Onun yanına sokuldu korkusuzca, kulağını yüzüne dayadı. Ne bildiğini anlamadım. Sanki beklediği bir şey varmış gibi onun sağını solunu kurcaladı. Sonra hiç telaşlanmadan evimizin telefonundan ambulans çağırıp yardım istedi. Babamı aradı. “Annem ölüyor” dedi.
Hastanede midesini yıkamışlar.
Annem ağabeyime çok kızdı. Onu kurtardığı için hiç affetmedi. Ağabeyim aldırmadı, günlerce küsmesine ama bana hikaye anlatmaktan da vazgeçti. O da herkese küstü sanki.
Babam bizi uzaktan sevmeyi severdi. Annemle odaları ayrıydı. Uzun seyahatlere çıkardı. Annem böyle günlerde bize daha çok dokunmak isterdi. Onu anlıyordum. Ben de babamı özlerdim. Orhan bizim ciciannemiz olduğunu söylerdi. Annemden daha güzel ve neşeli olduğu için babam daha çok öbür evinde kalıyormuş.
Orhan bazen geceleri uydurduğu hikayeleri gerçek sanırdı. Kendi hayallerine çok inanırdı. Babam çalışkan adamdı. O kadar çalışırdı ki eve gelmeyi unuturdu.
Annem iş yapmayı sevmezdi. Bizi az yıkardı. Bulaşıkları yıkamayı da sevmezdi. Ütüden nefret ederdi. Babamla Orhan kendi elbiselerini ütülemeden giymezlerdi. Biz umursamazdık kırışık giysileri.
Annem hep çok işi olduğunu söylerdi. Onun sorunu bir türlü işe başlayamamaktı. Biz onun evi temizlemesinden hoşlanmazdık. Çok kızgın olurdu. Ayağına dolanan koltukla kavga ederdi. Koltuğun yanında duran kirli kül tablasını, çay bardağını yeni görmüş gibi kaldırırken öfkeden kudurur, sanki sigara izmaritleri kendinin değilmiş gibi görünmez tiryakilere küfürler yağdırırdı. Temizlediği tuvaleti o gün az kullanmak bizim beden sağlığımız için zorunlu bir gereklilik olurdu. Geceyi beklerdik.
Annem hantal bir bavulun içinde yuvarlanıp duran ağır bir bowling topu gibiydi. Onun olduğu bavula yaklaşmak insanı korkuturdu. Sürekli sesler gelirdi içinden.
Babam boş görünen, içinden ne çıkacağını bilemediğimiz eski tahta bavullara benziyordu. Onu çabuk kaybettik. Varlığı gözümüze çok çarpmadığını için eksikliğini çabuk unuttuk.
Annemin ilk intiharı başarısız olmuştu. Tek başarısı bize ölümü öğretmekti. O kapımızdaydı. Annemin gölgesiydi. Zamanla alıştık, aldırmaz olduk.
Orhan üniversiteyi kazanamadığı zaman en çok o üzüldü. Sabah odasından ses gelmeyince, aralık kapıdan başını ilk uzatan ben oldum. Onun tehditlerinden bıkan Orhan bırak demişti mutfakta çayın altını yakarken. “Rahat bırak kadını, karışma sen her şeye. “
Eskisi gibi korkmuyordum ondan. Hikaye anlatmayı bırakmıştı. Dergi okuyordu. Çizgi romanları seviyordu. Benim dokunmama izin vermiyordu. Dolabında bir koli dolusu kitabı vardı. eve erken geldiğim zamanlar gizlice, hızlıca okurdum. Komikti okudukları. Çocukça şeylerdi. Onun hikayeleri daha sahiciydi okuduklarından, sadece yasakladığı için okuyordum.
Babam artık eve gelmiyordu. Orhan ondan hiç bahsetmiyordu. Onun mutlu olduğu hayali sinirini bozuyordu belki de. Bana “bizim babamız korkak, unut onu” demişti.
Kahvaltı sofrasında huzursuz oturduğumu görünce öfkeyle kalkıp annemin odasına ilk giden o oldu. Bekledim. Annemin öfkeli, uykulu sesini bekledim. Ne ağabeyim geri geldi. Ne annem onu odasından kovdu.
Zaman dursun istedim.
Babamı düşündüm. Ciciannem, kardeşlerim gülüyorlar. Babam karısına sarılmış. Biz ağabeyimle evimizin merdivenlerinden çıkıyoruz. Ben öndeyim, o bana yetişmeye çalışıyor. Seslerimiz yankılanıyor apartman boşluğunda. Annem. O halının üzerinde uykuda.
Usulca kalktım sandalyemden, ağabeyimi yatağa uzanmış ona sarılmış buldum. İkisi de uyuyordu. Uyandırmak istemedim. İçimdeki korkuyu bir önce kovalamak için daha çok yaklaştım onlara, omzuna dokundum Orhan’ın “Ağabey” sesim çok uzaklardan geliyordu sanki ikimizde irkildik. Annem uyanmadı. Yüzünü annemin boynuna gömmüş olan ağabeyim bana döndü, sakindi. “Gitti Şamil, bizi o da bıraktı.”

Zuhal Özden