15 Aralık 2010 Çarşamba

Trafik Canavarı

Tekirdağ yolunda trafik, ağırsak aksak ilerliyordu. Cuma günleri tüm yazlıkçı kocalar sanki hafta içi işledikleri günahları, karılarının mutfağında, yemek sofrasında temize çekmek ister gibi akşam yemeğine yetişmenin telaşında, sinirli, olur olmaz korna çalıp kendilerine yol açmaya çalışıyorlardı.
Bahçede yapacakları sıkıcı mangal ziyafetlerine hayıflansalar da, trafiği bahane edip erken dönmenin umudu, onları yazlık evlerine doğru gaza basmaya ikna ediyordu.
Yoldaki tüm kocalar için aynı şey söz konusu değildi.
Karılarının yemeğini özleyen, onun güven dolu bakışlarına muhtaç, karısının, çocuklarının kokusunu özlemiş numune kocalarda vardı aralarında, en sağdan giden, sakin telaşsız sürücülerdi onlar. Her seferinde kavuşmanın tadını çıkarmaya niyetli, sevilmekten uslanmaz kocalar en sağdan gidenlerdi.
Birde hayatın tadını çıkarmayı bilen, anı yaşamaktan hoşlanan, fırsatları anında değerlendiren, başlarına her güzel süprizi hak ettiklerine, olumsuzları tüm kıvraklıkları ile başlarından savmayı bilen, soğukkanlı kocalar vardı.
Onlar sevdikleri müzikle dolu arabalarının içersine, keyifle kurulmuş, hak ettiklerine inandıkları, daha üst modeli en kısa zamanda almayı düşündükleri arabalarının içinde, trafikteki boşlukları son sürat doldurup, sakin ilerliyorlardı sevgili karılarının menzile doğru.
Tüm bu adamların arasında bir kadın vardı ki onun gideceği yerde bir bekleyeni, kurulmuş bir sofrası yoktu. Onun beraberinde götürdüğü bir günahı da yoktu sadece öfkesi vardı yanında. Ama şimdi bunu anlatmak istemiyordu. Onun yollara düşme nedeni kaçmaktı. Şehirden, kelimelerden kaçmak için, arabasının kontağını çevirmiş, gaza basmıştı. Arabası onu uzun zamandır kimsenin uğramadığı yazlığa götürüyordu.
Zihninin içi, dışı bomboş yola endeksli ilerlerken, aniden yanındaki arabadaki müziğin sesiyle kendine geldi, başını çevirip müziğe bakmak istediğinde yılışık bir çift göz, onlarla uyumlu ağzı gördü.
İçi kalktı birden. İstemsizce midesindeki tüm safra ağzına geldi. Telaşla ağzındakileri tükürecek bir yer aradı. Umutsuzca yutkundu. Yutmak zorunda kaldığı için ona bakan yılışık gözlerden daha çok nefret etti.
Sokakta yürüyen tüm dişilerin, kendileri için yaratıldığına inan, bakmazsa olmaz gözleriydi bunlar. Onları iyi tanıyordu çünkü onlarla çok sık karşılaşıyordu. Ama ilk bu kadar ağır tepki göstermemişti.
Dün akşam yaşadıklarına aklı değil bedeni tepki veriyordu belli ki ama yine de kararlıydı anlatmayacaktı. Olanları yeniden anlatıp, kelimelerle dahi olsa canlandırmaya hiç niyeti yoktu.
Sağ tarafındaki adam onu huzursuz etmekten keyif almıştı. Sürekli onu sıkıştırıyordu. Üstelik yüzünde değişmeyen o sinir gülüşü hep aynı duruyordu yerinde.
Birden sanki arabaların bir kısmı buhar olup yolun üzerinden uçmuş gibi trafik hızla akmaya başladı.
Engel olamadığı bir dürtüyle gaz pedalına yüklendi kadın, onun yanında belirdi yılışık surat. Adam resmen ona meydan okuyordu. “Hadi yiyorsa yarışalım” diyordu.
Kadın öfkeye vitesi yükseltip gaza bastı, şaşkın bakışların arasında, bulduğu tüm boşluklara girip ilerlemeye başladı. Olmuyordu. Yılışık surat onu takip ediyor, çarpacak kadar yaklaşıyor, sanki bir otobüsteki fortçu gibi dibine yapışıveriyordu.
Kadın ani bir kararla, nedenini hiç sorgulamadan boş tali yola sapıverdi. Şimdi önü bomboştu. Nereye gittiğini bilmeden son sürat yolu takip etmeye başladı. Arkasına baktığında yılışık suratın onun peşi sıra geldiğini gördü.
Kısa bir tereddüt yüzünden araları az da olsa açılmıştı. Kadın onun peşi sıra hızla geldiğini görmesine rağmen aniden direksiyonu kırıp, yolun ortasında arabasını durdurdu. Yılışık suratın refleksleri şayet kötüyse onun ortadan biçip geçmesi içten bile değildi. O an kimi öldürmek istediğini bilmiyordu. Yine düşünmeden karar vermişti. Kendini, onu mu öldürmek istiyordu düşünmemişti. Ama o gürültüyü duymak istiyordu.
Yılışık suratın refleksleri gayet iyiydi, onun fikir değiştirip, yolun ortasında durduğunu görmüş, o da frenlere asılmıştı. Şimdi etrafında dönerek ona doğru geliyordu.
Kadın hayal kırıklığıyla içini çekti. Sanki bir rüyadan uyanmış gibi her yeri titremeye başlamıştı. Adam arabasının içinden çıkmış, hızlı, koca adımlarla ona doğru geliyordu. Onun sesini duymaya hiç niyeti yoktu. Duymak istediği en son sesti, bu adamın sesi.
Kontağı çevirdi kararlı bir hareketle, adamın üzerine doğru sürdü arabasını, rüzgarından adamı yere savurup gerisin geri ana yola doğru hareket etti.
Dikiz aynasından adamın hali pekte iyi görünmüyordu.
“Şimdi ağla salak” dedi avazı çıktığı kadar son sesiyle. Ağlamaya başladı. Ağlamıyor bağırıyordu. Elleriyle direksiyona vuruyordu. “Hayvan” diyordu arada “Allah belanı versin, keşke ezseydim seni ibne, it oğlu itttt!!!”
Arada sakinleşiyordu. Ağlamayı kesiyor, ama konuşmaya devam ediyordu. Şimdi öfkesinin menzili değişmişti. “Salakkkkkk” devam ediyordu ardından hınçla “dün niye cesaretli değildin, neden onların ikisinin de kafalarını koparmadan heee korkaksın kızım sen, ahmaksın!” Direksiyona yapışmıştı, kendine çekiyordu, koparmak ister gibi çekiştirip duruyordu. “Ahmakkkkk!” hızını alamıyordu küfür makinasına dönmüştü adeta “Geri zekalısın kızım senn geriiiiii!”
“Ahhhhhh” diye bağırıyordu arada. Bu ağlamaya başlamasının ön nakaratıydı. Ardından devam ediyordu “Ahhhhhhhhh” sanki saçını çekiyorlardı. Bağırmak hoşuına gitmişti, küçük bir kız gibi özgürce avazı çıktığı bağırmak çok lezzetliydi aslında.
Kendine kızmak, bağırmak, azarlamak hoşuna gidiyordu. Merhametle kollarını kendine saramazdı. Tıpkı annesi gibi yapıyordu, azarlayarak şefkatini gösteriyordu.
Eskiden regl olduğu zamanlarda, karnı ağrıdığında kanepeye uzanır, inleyerek ağlardı. Annesi onu her seferinde azarlar “Sus artık, doğum yapan kadınlar gibi inleyip durma” derdi. O daha çok yükseltirdi sesini. Bazen abartır “Ahh ölüyorum. “derdi Vasiyetini sıralardı kız kardeşine, tüm gümüşlerini, pedlerini, kirli çamaşırlarını kardeşine bırakır, bağırtılarının arasında kardeşiyle gülüşmeyi ihmal etmezlerdi.
Büyüyüp birer kadın olduklarında kardeşine başka bir vasiyette daha bulunmuştu. Deniz kenarında baş başa, akşamüzeri oturdukları bir bankta, ona söz vermesini istemişti. “Bana söz ver” demişti “Birilerine muhtaç olacak olursam, bakıma muhtaç olursam eğer, beni öldürmeni istiyorum.”
Gelecekleri hakkında konuşmuş, birbirlerinden başka kimseleri olmadığı hakkında hem fikir olmuşlardı. Yaşlanınca yine o bankta, öyle oturacaklarını hayal etmişlerdi.
Dün akşam gelecekte birlikte olmaya yemin ettikleri adam başka bir kadının kollarında onu kahkahalarla güldürüyordu.
Birden sustu. Sanki kızgın bir yağ içmiş, şimdi içine akıyordu yavaşça, cam parçaları vardı içinde. Her bir yanını kesiyordu. Derisinin altında etini küçük kurtçuklar kemiriyordu. Karnında kocaman bir yılan vardı. kıvranıyordu. Saymaya sabrı olsa derisindeki tüy diplerini teker teker sayardı.
Onu güldürecek ne söylemişti. Nasılda zevkle gülüyordu. Nasılda mutluydular.
“Ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh” Boğazı ağrıyordu ama umurunda değildi. Kız kardeşini özlemişti. Onun yanında olmak istiyordu.
“Birlikte ne güzel küfrederlerdi şimdi o hayvana!” Eve dönmesi lazımdı.
Zuhal Özden
16.12.2010
Evim

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kara Kalem

Onun yatağında geçirdiğimiz, yasak saatlerin sonunda bazen iki elinin arasına aldığı yüzümü şefkatle tutar, anlımdan öperdi. O anlımdan öper, şefkat içime akardı. İkimizde o saatlerin dışında, birer sefildik aslında. Ne zaman beni anlımdan öpse, yataktan doğrulan şehvetin yerine içime aniden masum küçük bir kız hali peydahlanırdı.

Yasak saatlerimizin etkisi geçtiğinde, gözüme ilk çarpan, komedinin üzerinde unutulmuş tek küpe, beni eski zavallı halime geri döndürürdü. İçimde burkulan yanıma aldırmadan, acıyan yanımı, şekerli kahvemle tatlandırmaya çalışırdım.

Birer zavallıydık biz.

Ben ikiye bölündüğüm hayatımın içinde, titrek adımlarla, kurduğum köprüde gidip gelirken, o dağılmış hayatındaki yolunu, kadınlarına tutunarak bulmaya çalışırdı. Hepsine minnet duyardı. Tıpkı benim gibi hepsini o an ayrı severdi.

Biz, yanımızdaki insanlarla var olan sefil yaratıklardık. Kendi başımıza yolumuzu bulamaz, duygularımızı adlandıramazdık. Bizim duygularımızı tanımlayan, yanımdakilere hissettirdiklerimizdi. Biz duygunların karbon kağıdıydık. Bir başımıza hiçbir işe yaramazdık.

O yüzden yasak saatlerimizin sonsuz olmasını dilerdik. İyilik adına tanımladığımız, olmayı hayal ettiğimiz her yerde ve durumda hissederdik kendimizi.

Küçük bir kız olurdum ben, masum kadın, arzulu şehvetli küfürbaz yanlarımı döker saçardım her bir yana. Sonra toplardım dağınıklığımı, sessiz, silik, inşa ettiğim köprümden usulca menzilime geri dönerdim.

Sefildim. Sefaleti severdim. Başka türlü adlandırırdım; ruhumun, bedenimin kişisel özgürlüğü derdim.

Kalabalıkların arasında, küçük sırrımla, sefaletime aldırmadan yaşardım.

Zuhal Ozden