30 Mart 2010 Salı

Dün arkadaşım Güler’in “ Kamufle” adlı sergisine gittim. Gri betonla birlikte teller, çivi, renkli kumaş parçaları, naylon bebekler kullanarak yaşamdan aldıklarını, hayata nasıl yansıttığını gördüm. Krema görünümündeki, bu sefer gri betonun üzerinden fışkıran kırmızı tel bisiklet, küçük kızlarının hayallerini süsleyen, beton zeminde rüzgarda salınır gibi duran pembe minik elbise. Uçurtmasının ipi kopmuş gökyüzünde salınımını seyreden telden figür. Sanki hepsi çocukluğumdan kalan birer anının taş fotoğrafıydı. En sevimli odak noktam olan hatıram ise o karede sanki canlanmış, ona dokunmamı istiyordu. Gökyüzünden inen spiral bir akımın altında dolaşan koyu karıncalar. Vajina halleri. Hepsi peltemsi görünen, gri betondan fışkıran; hayatın, anların birer simgesi. Düz bir zeminin çuvalla örtüldüğü, altından bisiklet selesinin fark edildiği tabloyu daha önce görmüştüm o zamanda bana pek bir manidar ve sevimli gelmişti. Aşağıda çuval örtünün bittiği yerde pembe renkli naylon bebekler var. arkaları dönük, yan yana dizili, sadece dizlerinden itibaren görünen, kız çocukları. Onların halleri bana çocukluğumun yasaklarını, oğlumla bisiklet sefalarımızı, annemin bizi nasıl dehşetle izleyişini hatırlattı. En çok bir kaza yapmamdan korkardı annem. Derdi ki “ne diyeceksin insanlara ‘bacağın kırılsa mesela’ koca kadın rezil olacaksın” Kırk küsür yaşında bir kadın sahilde gezinirken maazallah bisikletten düşmüş “ne ayıp” kafasını kırmış. Oğlunu peşinde sürüklemesi de ayrı densizlik elbet. Annem sağ olsaydı Güler’ciğimin o tablosunu, ona hediye etseydim ne olurdu acaba? Bazen ne kadar kötü olabiliyorum tanrım!Kadın ile erkek arasında kalın çizginin olduğu ne kadar yanlışsa, onları aynı dengede görmekte bence o kadar yanlış. Birileri bunu okurken yanlış ne demek? Kime göre yanlış diye aklından geçirebilir. Ben olsam öyle yapardım. Ama bana şimdi durduğum yerden yanlış geliyor. Dün gittiğim sergi bir kadının değil, erkeğin sergisi olsaydı ana malzemeyi işleyiş tarzı, ona kattığı elementler mutlaka farklı olurdu. Elbette genlerindeki kromozom sayısının yoğunluğu, onun dengesinde, hangi tarafta yer alacağı yönünde önemli bir faktör olurdu. Sadece İngilizce yazan kadın yazarların ödül aldığı, 1996 yılından beri var olan Orange Ödülü’nün 2010 adayları açıklanmış yakın bir dönemde. Bu açıklama Avrupa dünyasında bir tartışmaya sebepsiz olmuş Taraf gazetesinin yazdığına göre. Yetkili ağızlar diyormuş ki buna Avrupalı kadınlar da dahil “hep acıları yazıyor kadınlar. Oysa mizah da var hayatta. Bir Asyalı kız kardeş tutturmuşlar, büyük bölümü tecavüzle ilgili yazılanların.” Buna benzer bir söylem var yetkin ağızların dilinde. Taraf gazetesi de demiş ki “bir de bizim yazarlarımıza bir soralım bakalım onlar ne der” İnci Aral, Aslı Erdoğan, Şebnem İşigüzel, Ayfer Tunç, Sema Kaygusuz gibi yazarlar kendi düşüncelerini beyan etmişler. Onların arasında en beğendiğim yorum Şebnem İşigüzel’in yorumu. Demiş ki “Bir yazara ne yazması gerektiği tavsiye edilerek, ayar verilmek istenmesine hep ‘sinir’ olmuşumdur” anılarından bahseder konuşmasının devamında ve kendisine geçmişte ‘ayar çekildiğinden’ söz eder. Sema kaygusuz’un konuşması diğer kadın yazarlardan farklı bir söylem içeriyor. O der ki “bu konuşmaların hepsi yersiz geyik muhabbeti.” Kadınlara özel ödülün saçmalığını dile getirir ve cinsiyetçi, sığ, edebiyat dışı bulur tüm bu olan biteni. Oysa yaşadığımız dünyada savaşlar var. Tecavüzler askerlerin kendilerini iyi hissettikleri bir alan. Yenik düştüklerinde, bir kadına sahip olup kendi zaferlerini ilan ettikleri, öz güvenlerini kazandıkları bir alan. Bu savaşların nerelerde oldukları da bir başka hayatın gerçeği. Bunu görmezden gelmek Asyalı ya da Avrupalı kız ve erkek kardeşlerimizi savaştan ve tecavüzden korumuyor. Duyarlı insanın eline, aklına tarih boyunca hep zincir vurulmak istenmiş. Herkesin gördüğü ama görmek istemediği, fısıldadığı ama duymak istemediğini yüksek sesle söylemekten çekinmeyen, bunu paylaşmak isteyen “bazen dokuz köyden kovulmuş” bazen ölmesi beklenmiş, zararsız olduğuna emin olunca, ardından günah çıkarılmış. Cumhuriyet öncesi kadın yazarlar hakkında yaptığım bir araştırmada, ilk kadın romancı Aliye Hanım’ın ilk romanını yazma sebebi beni bir hayli düşündürmüştü. Kadın hakkında bir sahaflarda karıştırdığım eski kitapların arasında, kaç aşamada onaylanan bir ev kadını olunur üzerine yazılmış ansiklopedi bulmuştum. Arkadaşımla sayfalarını karıştırıp kahkahalarla gülmüştük, bizden önce kadına öğütlenenlere. Oysa benim çocukluğumda annemin, hayatıma giren tüm kadınların hal dilleriyle bana öğütlediklerinin yazılı haliydi orada güldüklerim. İşte Aliye Hanım da tam bu yüzden Kurtuluş savaşından çıkmış kadınlara moral vermek için yine anne şefkatinden hareketle, yaşadıkları topraklarda erkeksiz kalmış kadınlara ve çocuklara yazmıştı ilk romanını. Günümüz kadını erkeklerin öteki yanda olduğunu kabul etmese de, çocuk doğurmadan kariyer yapıp, masada hesabı erkekten önce ödese de, eve gidince kırmızı kalpli yastığına sarılıp, en sevdiği terlikleri ayağında, en romantik filmini tekrar başa sarıp, sevdiği koltuğunda ağlar. Tek başına gittiği bir barda sarhoş olup evine döndüğünde sabah kanepede uyuyan adamı, ya da yastığını paylaştığı gece geleni evinden aceleyle kovalar. “Aynalar her yerde” demiştim güzel bir kadına. Bir dost, bir sevgili, bir sergi, bir film. Sokakta yürüyen bir adam. Sergide coşan başka bir adam. Her bir parçamız başka bir yanda bizim onu fark etmemizi bekler sanki. Belki de beklemez. Tıpkı tanrının evreni yaratırken kendisinden olanla etrafı donattığı gibi; biz de içimizde olanları, dışımıza baktığımızda kendi yansımalarımızdan görürüz. Belki de farkındalık diye bir şey yok. Var da yok. Fark ettiklerimiz işimize geldiği sürece var. Kimileri de fark ediyor ama anlatamıyor ya da uyarılmak istenmiyor, bir daha, yeniden. Sevgili arkadaşım Güneş bana doğum günümde “Meme Tarihi” kitabını aldı. Henüz bitirmedim. Aslında şöyle bir göz gezdirdim sadece. Yazar önsözünde okuyucuya soruyor. Kadının memesi kime ait? Momografi çeken doktora, sütünü emen çocuğa, dekoltesine iştahla bakan adama, onları arzulayan insana, fotoğraflarını çekip para kazanan fotoğrafçıyamı ait kadının memesi!Ya da şimdi aklıma geldi. Ergenlikte memeleri erken çıktığı için orta okula gönderilmeyen küçük kızın babasına mı, memelerine arkadaşları baktığı için “orospu ruhlu” olmakla suçlanan ağabeye mi… Kime ait kadınının memesi. Bir de vajina halleri var. Bir zamanlar, bir yazı yazmıştım. Üstelik bir betimlemeydi sadece, kısacık bir ânı anlatıyordu. İlk tepki bir kadından gelmişti. Edebiyatta demişti böyle şeyler olmamalı, bana yol göstermişti aklınca, onu bir şair desteklemişti. O zaman onlara da verdiğim yanıtta olduğu gibi en hoşuma giden örnek, hala aklıma geldiğinde çok beğenerek hatırladığım Elif Şafak’ın “Şehrin Aynaları” kitabında kadın kahramanın oğlunun mezarında rahmini bir bıçakla oyma sahnesi. Ve oldukça etkili muhteşem bir sahnedir. Kadının tabusu olan ama görmezden gelemediği şeytanla bir sevişme sahnesi vardır ki o da muhteşemdir bana sorsalar. Vajinayı görmezden gelenler için duvara asmak, beton dökmek sanırım Güler Aşık gibi sanatçıların bize yansıttığı, bir anlatım dili. Ama hiçbir kadın vajinasını kendi istemediği sürece oradan söküp atamaz.Zuhal Ozdenİst., 30 Mart 2010

26 Mart 2010 Cuma

Gölge

İçimde garip şeyler oluyor. Bazen, etrafımdakileri ben ve ötekiler olarak kalın çizgilerle ayırıyorum. O çizginin ortasında duruyorum. Bazen öteki tarafa zıplıyorum. Sımsıkı sarılıyorum onlara. Bazen ellerim, kollarımı kavrıyor. Şefkat arıyorum kendimde. Bir yaşlı kadın gibi, dizlerimi ovalarken buluyorum. Avuçlarım, göz çukurlarımı kapatıyor. Karanlığımda huzur arıyorum. Saçlarımı karıştırıyorum öfkeyle, tel tel çekiştiriyorum bazen.

Bir adım geri gidip, yaptıklarıma bakıyorum. Yaptıklarıma derken, yol haritama bakıyorum. Bunca zaman izlediğim, düşünce haritama! Üzerine bastığım taşları kontrol ediyorum teker, teker. Bazen içimden serin sular akıyor. Bazen boğazımda kocaman bir Adem elması hissediyorum. Yutamıyorum.

Bazen bir kitap okuyorum. O kitap, beni bir filme götürüyor. O film, beni bir yönetmenle tanıştırıyor. O yönetmen, beni bir fikre taşıyor. O fikir, beni bir söyleşiye gönderiyor. O söyleşi, bana insanları yeniden sevdiriyor. Çizdiğim kalın çizgi belirsizleşiyor. Gölgem koyulaşıyor.

Cümle çalıyorum şairin birinden. “Edebiyat, kelimeler ile duygu arasındaki nöbetçidir” diyor. Hayret duygusunun bittiği yerde kelimelerin kalıplaşmasında hemfikir oluyoruz. Anneler çocuklarına, vapurun denizde neden batmadığını açıkladıkları sürece, çocuklar soru sormayı bırakmakça, kelimelerin dönüşeceğini biliyoruz ikimizde. Kız kulesi orada durdukça, çocukların zihninde, annelerin dilinde, o masalın hep yenileneceğini biliyoruz.

Bazen içim ferahlıyor düşüncelerimden. Gölgem koyulaşıyor. Bazen içim boşalıyor hissettiklerimden. Gölgem silikleşiyor. Kalın bir çizgi çekiyorum tam ortaya. Öte yana fırlatıyorum tüm nesne ve özneleri. Geriye bir tek ben kalıyor.

Zuhal Ozden

İst., 24 Mart 2010

Merdivenleri Hızla Çıkmak

Bir pazar sabahıydı sanırım, gündüz cafe Biostro 33 de kahvaltı ettik kuzenimle. Sonra başka bir arkadaşımız geldi. Güzel, neşeli, aydınlık bir gündü. Biz de güne ve mekana uyduk. Akşama kadar oyalandık orada. Akşam üzeri kocam arayıp bize katılmak istedi. Sinemaya gitmek istiyorduk. O zamanlar herkesi bir “Avatar” heyecanı sarmıştı. Üç boyutlu, simgesel bir geleceği görmenin girdabına, biz de kapıldık. Heyhat ki seçtiğimiz sinemada hata yapmıştık. Önceden biletlerini aldığımız sinemada, film üç boyutlu gösterilmiyordu. Biz de başka bir filme girmeye karar verdik. Filmi ben seçtim. Adı “Vavien” di. Daha önce frangmanını seyretmiştim. Diyaloglar ilgimi çekmişti. Başroldeki iki oyuncuyu daha önce komedi rollerinde izlemiştim. Oysa bu filmde farklı rollerde görünüyorlardı. Oyunda dram vardı. Öyle görünüyordu. Bir de ismi dikkatimi çekmişti. Türk filmi için fark bir isimdi. Neden bu ismi seçtiklerini merak etmiştim. Bunu öğrenmek istiyordum.

Bir filmi ya da bir kitabı okurken, önce isminden yola çıkarım. En özünde beni yönlendiren aslında hislerimdir. Film festivallerini bu yüzden çok severim. Elime kitapçığı alıp gününü belirlediğim bir zamanda, hoşuma giden filmlere girerim. Belki de şartlı refleks geliştirdiğim için, seçtiğim her filmi beğenerek izlerim. Festival sonunda, aklımda kalan sadece duygular, yeni öğretiler olur.

Vavien filmini, bir rastlantı sonu erken izledim. Filmin adı kurgunun temel öğesini anlatıyor aslında. Elektirik devresinden alıyor adını. İnsan beyninin işleyiş şeklini anlatıyor belki de. En genele yaydığımızda; hayatımızda yaptığımız her hareketin, bize tekrar geri dönmesini. Bir ışık yakıyoruz. Ve merdivenleri çıkmaya başlıyoruz usulca, sinsice, ya da hızla, koşarak. Sonra ardımıza bakmadan en doğal hareketi yapıyoruz, olması gerekeni; yukarıda, bir düğmeyle, tüm ışıkları kapatıyoruz.

İşte tüm film boyunca yaşam çizgilerinde gözlenen ana fikir buydu. Hepsi kendi yollarında, kendi yöntemlerince ilerliyor; bazen yolları çakışıyor, bazen de ayrı yollara tam da bu yüzden savruluyorlardı. Filmin en güzel yanı seyircinin, en yalın haliyle üçüncü göz olduğunu, oturduğu koltukta hissetmesiydi.

Film oldukça düşük bir bütçeyle çekilmesine rağmen, seyirciye vermesi gereken etkiyi yeterince verebilme gücüne sahip. Oyuncular birer karakter oyuncusu olduklarını, burada soyundukları rollerde sergiliyorlar. Engin Günaydın, kurnaz ama özünde zavallı bir adam olduğunu hissettiriyor seyirciye. Karısından kurtulmak için detaylı ince planlar yapıyor. Ama küçük bir ışık yüzünde sadece kendi hayalinde yarattığı bir “şey” yüzünden dünyasını değiştirmeye karar veriyor. Durduğunuz yere göre nefret duygusunu tetikliyor.

Binnur Kaya, çaresiz gibi görünen belki de bu yüzden sonsuz bir sabrı olan bir kadını canlandırıyor. Genetik kodlarından dolayı sorgusuz itaati seçmiş. Babasının uzaktan gelen sesine itaat ediyor. Kocasının görüntüsüne itaat ediyor. Yemek yaptığı, milletvekili kadının düşüncelerine sorgusuzca itaat ediyor. Oysa gücünün farkında değil. Onun da hayalleri var. Kendisinde olmayan, komşunda olan, anlayışlı kocaya özeniyor.

Settar Tanrıöven, her zaman ki gibi gerçek bir karakter oyuncusu. Rolüne soyunmuş. Bizden. Sokaktan, tanıdık, bildik, adını hatırlamadığımız ama içimizden birini; yeniden teyit ettiriyor, sevdiriyor, anlamamızı sağlıyor. Oyun gücüyle bizi dışarı fırlatıyor, koltuklarımıza yapıştırıyor.

Yönetmenlerden, kardeş Yağmur Taylan’ın Tıp Fakültesi mezunu olması, Bakırköy Ruh ve Sinir hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Bölümünde beş yıl uzmanlık eğitimi alması, bence bu filmin duygusal ritminde önemli bir faktör.

Film bitip, ışıklar söndüğünde, uzun zaman sonra ilk defa koltuktan kalkıp başka bir filmi seyretme ihtiyacı hissettim. Eşime “haydi gidip başka bir Türk filmi seyredelim” dedim. Ama dışarıda o kadar kötü bir hava vardı ki. Başka bir sinemaya gitmek değil eve gitmek için bir taksi bulmamız imkânsızdı.

Bu duyguyu daha önce başka bir gün yaşamıştım. O zamanda “Kader” filmini seyretmiştim kız kardeşimle. Yine bir hafta sonuydu. O zaman şanslı bir günü, sonuna kadar yaşamıştık. Zeki Demirkubuz’un “Kader” filminden çıkıp biraz yürümüş, başka bir sinemada Nihat Durak‘ın “İlk Aşk” filmine gitmiştik. Ve ben yine iki yazı yazmıştım.

Zuhal Ozden
İst.,24 Mart 2010

Kendinden Yola Çıkmak Gerek

Üniversitede okurken mavi kartım vardı. Vapurda, otobüste hep onu kullanır, paramın bittiği yerde bol bol yürürdüm. Öğrenci olmanın bir sürü avantajı olduğu gibi dezavantajları da vardı o zamanlar. Eminönü-Beyazıt arasını yürür vapurla Kadiköy yakasına geçerdik, zaten okul içinde ya da dışında tüm gün yürür yorgun, eve gitmek üzere bindiğimiz otobüste gönül rahatlığı ile koltuklara oturamazdık. Tüm gün kahvelerde oturmuş yaşlı adamlar, gün gün gezen yaşlı kadınlar koltuklarda kurulur, bizi hain gözlerle süzerken, ayakta genç olmanın delikanlılığını es geçmek zorunda hissederdik kendimizi. Yüksek sesle konuşmamız yasaktı. Fazla gülersek mutlaka uyarılırdık. İçleri geçmiş yaşlıların yanında yorgun ve neşeli halimiz sinir bozucu görünürdü. Hala aklıma geldiğinde sinirimi bozan, sessiz kaldığım için kendimden nefret ettiğim bir anım beni her zaman rahatsız etmiştir. Otobüsün en kalabalık olduğu, en fazla öğrencilerin bulunduğu bir eve dönüş zamanı, ortaokul öğrencilerinden biri şaka olsun diye elinde ki paket lastiğini, avucunda germiş orta yere atıvermişti. Fırlayan lastik yaşlı bir adamın kafasına denk gelmişti. Adam çok sinirlenmiş, öğrenciyi tartaklayarak otobüsten atmıştı. Hepimiz olayı izlemiş, sessiz kalmıştık. Belki çocuğun başka parası yoktu, hoş görüsüz bu adamı tepkisiz izlediğim için aklıma geldikçe hala kendime kızıyorum.

Hep gençler ve çocuklar birer meta olarak görülür nedense. Bugün televizyon ana haber bülteninde ders kitaplarına konan Abdullah Öcalan ile ilgili bölümlerin askerler tarafından incelendiği, daha bazı kelimelerinde inceleme altında olduğundan bahsediliyordu. Bu çocukların hayatın tam içinde olduğu, televizyon seyrettiği, ağabeylerinin, babalarının, ablalarının kaybolduğu, öldüğü bir dünya da yaşadığı, hatta en azından gazete başlıklarını okuduğunu hiç kimse fark etmiyor mu acaba? Bir iç savaş varsa bu çocukların ağabeyleri, babaları savaşıyor. Yetim kalan onlar. Başka bir dünya da yaşayan çocuklar için hazırlanmıyor ki bu ders kitapları! Bu çocuklar anne ve babalarını eleştirebiliyorlar mesela, annelerine ‘üzülme diyorlar babam her şey de seni suçluyor bu senin suçun değil?’ ya da ‘üzülme baba bu sene de aynı pantolonla okula giderim, zaten boyum o kadar uzamadı’ bazıları okuldan geldikten sonra evde çalışan anne babalarına tezgaha yasladıkları tabure üstünde akşam yemeği pişiriyor, bir yandan akşam haberlerini seyrederek. Bazı şehirlerde öğretmenler çocukları derse girmeleri için evlerinden, çöp ya da kağıt topladıkları sokaklardan zorla toplayıp sınıflara sokuyor.

Bu çocuklar harçlıklarını biriktirip sinemalara gidiyorlar mesela, orada bir sinema şahaseri olan ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmini seyrediyorlar. Sonra oturup bilgisayarın başına film hakkında bilgi toplamaya başlıyorlar. Simgeleri araştırıyorlar. İngiliz yazarın orada asya ırkını bir ucube olarak gösterdiğini, kendi ırkını ise gelişmiş güzel bir ırk olarak gösterdiğini öğreniyorlar. ‘Matrex’ filmi onlara hayatlarında sayfalarını hiçbir zaman çevirip bakmayacakları tasavvuftan öğretiler sunuyor. Evde canları sıkıldığında ders çalışmaktan bunaldıklarında tekrar tekrar bu filmleri seyrediyor, oyunlarını oynuyorlar. Dinledikleri şarkılarda hiçbir ders kitaplarında olmayan öğretilerin özetini kavrıyorlar. Ortaokul sıralarında önceleri hiç fark etmeden eğitime isyan ediyor, sözgelimi yüksek sesle ‘the wall’ şarkısını söylüyorlar. Müziğin tınısı hoşlarına gidiyor önce, sonra merak edip internette diğer şarkılarda yaptıkları gibi sözlerine bakıyorlar. Türkçeleştirdikleri sözlerinin aslında tamda kendi düşüncelerini anlattıklarını gördüklerinde hiçte şaşırmıyorlar. Sonrasında mı ne oluyor? Artık okulu sevmiyorlar. Birer yabancı oluyor. Bir klan halinde yaşama başlıyorlar.

Üniversiteyi bitirene kadar hayatı pencereden seyrediyormuş hissine kapılmamızın sebebi belki de bize ders kitaplarında okutulanlar. Bize zorla dikte edilmeye çalışılan hiç bir şeyin hayata bire bir uymadığını öğrendiğimiz zamandan itibaren geçen zamanın sonunda ki bu on küsur yılımızı alıyor. Otuzlu yaşlarımıza geldiğimizde ancak ergenlik dönemimizi bitirmiş, hayattan ne istediğini bilen bireyler haline geliyoruz. 15-16 sene gibi uzun bir zamanı boşa geçirdikten sonra, bizi birey olarak kabul etmeyen öğretmenlerin ve tüm büyüklerin hoşgörüsüzlüğüne rağmen öfkeli birer birey olarak onların arasına katılıyoruz. Ne zaman ki biz de unutuyoruz geçmişimizi onlardan biri oluyoruz. Başlıyoruz bizde yasaklar koymaya. Cevap vermekten üşendiğimiz için soru sorulmasından hoşlanmıyoruz. Kendi iç sesimizle fazla meşgul olduğumuz için başka seslere tahammül edemiyoruz. Sadece suçluyoruz. Çocuklarımızı okula göndermenin yeterli olduğunu düşünüyoruz. Onlara aldığımız en güzel çantalara doldurduğumuz kitaplar ile süslü defterlerin başarılı olmaları için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Başarılı olmadıklarında ise okul ya da çocuğumuzu suçlu ilan ediyoruz. Oysa öğrenci başarısızlığında tartışmasız bir zincirin olduğunu unutuyoruz. Burada ki ilk halkada biz yani aile, ikinci halkasında okul, en sonrasında öğrencinin geldiğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Öğrenmenin yolunu çocuklarımız bilmez ki, bunu ilk önce öğretecek olan eğitim kurumları ve bizleriz.

Zuhal Ozden
İst., 08 Kasım 2010

11 Mart 2010 Perşembe

Harikalar Dİyarına Yeniden Gitmek


Filmin çekileceğini öğrendiğimizde bizi çocukluğumuza götüren, o kara delikten gönüllü yuvarlanmamıza neden olan imge şapkacı oldu bu sefer. Jonny Depp, yüzündeki sevimli makyajı, kafasındaki şapkasıyla beynimize kazındı.

Küçük kızlar, sevimli tavşanın peşine takılıp bir bilinmeze gitmişlerdi çocukluklarında. Büyüdüklerinde hayran oldukları adamın peşine takılmayı beklediler sabırsızlıkla. Sonunda film vizyona girdi. Benim gibi yaşlı olanlar üç boyutun tadında biraz şaşkın seyrettiler belki de. Sonra büyüsüne kapıldılar. Ön sıralarda oturan küçüklerden utanmasalar, burunlarına konacak mavi kelebeğe dokunacaklardı.

Filmi seyrederken zihnimin içinde neşeli bir yolcuğa çıktım uzun zaman sonra ilk defa. Bir sondaj çalışması yapıldı içinde; derinlere inmek zor oldu elbet. O yüzden başlangıçta yadırgadım filmin boyutunu. Sonra Alice’e birlikte bıraktım kendimi, boşluğa düşmenin cazibesine. Arada büyük yanım rahat bırakmadı beni, kıyas yaptı. Alice geçmişi hatırlamasa da, ben hatırladım kendimde ki küçük kızın yansımalarını.
En çok tavşanı severdim. Onun bilgeliği kalmıştı aklımda, yol göstericiliği. İstediğim yere kaçabilmenin harikalığı ve uymam gereken kaçtığım kurallar.

Her yerde kurallar vardı. Doğanın, insanın doğasının, buyurduğu kurallar.

Ben de içimdeki küçük kızı dizime oturtup yeniden seyretmeye başladım filmi, hiç farkında olmadan.

Kurallar hiç değişmemişti. Görünmez ya da görünür bir korku yerleştirilirdi önce insanların yüreklerine. Sonra başlardı insanlar arasında, nereye gidersen git savaşlar. Bir kahraman gerekirdi her zaman, bir seçilmiş kişi olurdu. Bu evrenin kuralıydı, ya da öyle sanılıyordu.

Alice yaşamdan yana olan Beyaz Prenses tarafından öldürmeye ikna edilirken: bunu kendisinin istemesi gerektiği çünkü, ejderha ile baş başa kalacağı hatırlatılıyordu. Başka hiç kimse olmayacaktı. Ejderha korkunun ta kendisiydi.

Kırmızı Prenses Alice’i yok etmek istiyordu. Onun hüküm sürmesini sağlayan korkuydu. Bilge tırtıl sabırlı yaşamının meyvelerini sözleriyle veriyordu. Ödülü, kısa süren güzel anla son bulmaktı.

O beklenen gün geldiğin de Alice’i öldürmeye ikna eden şey tam olarak neydi hatırlamıyorum. Belki de artık kendisinin bir rüyada olmadığına karar vermişti. Belki Şapkacı ikna etmişti onu.

Yaşadığı anı sahiplendi ve yapması gerekenin kendisinde olduğunda karar verdi. Bir başına ejderhanın kapalı tutulduğu yere gidip ona meydan okudu. Ve aklına babasının ondan her sabah istediği şey geldi. Olması imkansız olan altı şeyi düşünmeye başladı. Her şıkkını yüksek sesle tekrarladığı imkânsızında, ejderhanın bir yanı yara aldı. Rakibinin Kafasını kopardığı zaman, onu izleyen tüm insanların derin bir nefes aldıklarını gördük.

Sanki bir dama tahtasına benzeyen savaş meydanında artık kırmızılar ve beyazlar kardeş olmuştu. Yüreklerindeki korku silinince herkes maskesini bir tarafa bırakıp, mevzilerinin önemini yitirmiş olmasının rahatlıyla, dağılmaya başlamıştı.

Bizde dağıldık. Başlarımız önümüzde. Suskun.

Zuhal Ozden
11 Mart 2010

8 Mart 2010 Pazartesi

Tüyüm ve Ben

Şöyle tılsımlı bir tüy değsin isterdim ruhuma, annemin rahmine düşerken. Ya da artık nasıl o görünmez tüy değiyorsa insanın bir yerlerine öyle işte!

Şu hayalci kafamda bir senaryo kuruyorum kendi hayatım üzerine.

Bir gecekonduda dünyaya gelmişim. Gözlerimi açtığım zaman, yüzümü buruşturmuşum önce. İlk aklıma gelen bu küf kokusunun hiç de burnuma layık olmadığı. Çamurlu yollarında gezinmişim bir dönem. Hiç aldırmamışım en sevdiğim, her kesin güldüğü ayakkabılarımın çamurlanmasına. Herkes yollarının çamuruna uygun lastik çizmeler giyerken, ben sevdiğim ayakkabımı giymişim. Bir gün öfkem yolumu açmış ve ben kendimi asfalt yollarda bulmuşum. Bulmuşum da ne olmuşum? Hayalimde ki arabanın beni istediğim noktaya götürmesine izin vermişim. O nokta bir gazete binası olabilir. Kapıdaki görevliye öfkemin bana verdiği güçle, hedefimden emin bir isim fısıldamışım. Merdivenleri çıkmışım sonra ardıma bakmadan, dizlerimin titremesini yorgunluğuma vurarak. Asansörü kullanmak aklıma gelmemiş, onun keyfini belki de inmeye saklamışım. Sonra…

Kapıdaki görevlinin, önceden haber verdiği sekreterin, beni sorgulayan gözlerine aldırmadan, uzun bir bekleyişe hazırlarım kendimi; beklediğim kapının önünde. Uyuşukluktan aklımı korumak için, mutsuzluktan uyumamak için; küfün kokusunu, çamurun ayakkabılarımdaki, giysilerimdeki lekesini ararım hafızamda. Sekreter kadının merak ettiğine emin olduğum doğal kızıl saçlarımın lülelerini, parmaklarıma dolarım; ellerim oyalansın diye. Birazcık botoks görmüş dudaklarımı kemiririm arada; söze nereden başlamalı diye. Gözlerim karşımdaki kadınım ayakkabılarına kayar. Kendi kendime ant içerim: ilk maaşımla onunkilerden çok daha güzeli alacağıma. Görünmez ellerim hafiften kısa eteğimi çekiştirir; suçluluk duysuyla.

İşte çözülmenin başladığı anda, kapım açılır. Ve ben ışığın olduğu yere davet edilirim. Sadece meraktan alınırım huzura. Günün akışını değiştiren, anın merakından, girerim kapıdan içeri. Ve başlarım hayallerimi anlatmaya. Bu binada, bu gazetenin bir köşesinden, herkese seslenmek isteğimi söylerim. Neden o binayı seçtiğimi, neden o köşeyi istediğimi anlatırım. Hangi insanların bu köşeden beni duyabileceklerini neden tahmin ettiğimi, onlardan biri olduğum söylerim. Görünmez tüyüm, benim, o odada varlığımın hissedilmesini sağlar.

Köşeme oturup, ruhumu, soymaya başladığımda, işte olanlar olur!

Her gün yaşadıklarımı anlatabilirim. Sevgilimle yaşadıklarımı. Evlenirsem, kocamın kel kafasını! Doğurduğum çocuğun sancılarını. Hayran mektuplarımı. Seyahatlerimi. Dolabımda ki ayakkabıların sayısını. Evimi. Saçlarımı sarıya dönüştüren kuaförümün ne kadar ahmak olduğunu!

Ya da dönüşümüm her neyse, soyundukça: neler dökülürse, saçılırsa, ruhumdan parmaklarıma. Onları birer birer köşemden akıtır; akıttıkça, aynada kendime bakar gibi, görünmez yanlarımı; parçalara böler, döker, saçarım.

Arada bir saldırgan yönüm çıkar, orta yere. Başka bir köşeye saldırı veririm. Nedeni benden akıllı oluşu ya da daha hayatın içinden yazılar yazdığı olabilir. Kim bilir? Bazen ben de bilemem. Geldiğim, durduğum yerden öyle bir söz söylerim ki artık geri dönemem.

“Ayşe Arman, Perihan Mağden’e “yazdıkları güzel ama insan olarak beş para etmez” demiş.”

Demişte neden demiş. Okuyunca gülmek geldi içimden. Sonra yazmak

Yazmama neden olan, bu satıra teşekkürü borç biliyorum sadece.

Zuhal Özden
İst., 8 Mart 2010