Film Eleştirisi


"Torino Atı"

Friedrich Nietzsche hayatındaki erkekleri ölüm yüzünden erkenden kaybedince – belki de o yüzden tanrıyı da öldürdü- kadınların arasında yaşamak zorunda kaldı. Güçlü olmak için tanrının yardımına değil, yaşama dört elle sarılması gerektiğine inandı. Kadınlara karşı her zaman tepkileri çok sertti. Evlenme teklif ettiği, “Düşün eşi” diye tanımladığı kadın Lou Salome, onu ret ettiği zaman, kadınlara karşı daha sert oldu. Hayatının son zamanlarında arkadaşlarının tanımıyla sifisis hastalığına tutulmuştu.
Beynimiz, en güçlü, sınırlarında gezindiğimizde yolunu en kolay kaybettiğimiz en zayıf noktamız olsa gerek.
Nietzsche annesi ve kız kardeşiyle yaşadığı zamanlarda, tıpkı Dostoyevsky’nin  “Suç ve Ceza” kitabındaki kahramanı Raskolnikov’un da başına geldiği gibi sokakta sahibi tarafından kırbaçlanmak isteyen bir ata sarılıp ağlar. Sokakta bir karmaşa yaşanır. Nietzsche komşusu tarafından alınıp eve götürüldüğünde bir süre sessiz kalır. Kendine geldiğinde “Anneciğim ne kadar aptalım” der. O günden sonra on yıl boyunca sessiz, bitkisel bir hayat yaşar.
Macar Yönetmen Bela Tarr’ın filmi bu sözlerle başlıyor. Adı Tarkovski ile birlikte  anılan  ünlü yönetmenin son filmi yine siyah beyaz. Sadece bir ezgi var tüm film boyunca, insanın içini ezen, duygularını köpürten. Diğer zamanlarda ise, bize sürekli fırtınanın artan ya da azalan şiddetini haber veren homurtusu var.
Filmin ana karakteri Nietzsche’in sarılarak ağladığı at. Sanki o olaydan sonra fırtınalı havada evlerine gidiyorlar at ve arabacısı. Meşakkatli bir yolculuk bu. Evleri sonsuz gibi görünen bir arazinin ortasında taştan ve ağıldan oluşuyor. Suyunu içtikleri etrafı taş örülü, ağzında kapak olarak kullanılan eski ahşap bir kapı, uzaktan görülen tek başına bakana hüzün veren bir ağaç var manzara olarak pencerelerinde. Fırtına yüzünden yapraklar ve tozlar uçuşuyor sürekli.
O keskin fırtınanın içinde yaşlı adam evine ilk vardığında hiç konuşmadan, birbirlerinin yüzüne bakmadan onu karşılayan kadınla birlikte atın yularını çıkarıp, yemini, suyunu verip, arabayı ahıra yerleştirdikten sonra, kadın bir kolu sakat olan yaşlı adamı yatağa oturtup üzerindekileri çıkarıyor, yeni giysiler giydiriyor. Adam yatağa uzanıyor sırt üstü. Kadın bir sandık dolusu patatesten iki tane alıp tencerede ocağın üzerinde kaynatıyor. Bir odanın içinde taş bir ocak, patates dolusu sandık, ahşap masa, dışarıyı seyrettikleri pencereleri var.
Patatesler pişince, kız babasına “Hazır” diyor, adam kalkıp ahşap tabağına aldığı patatesi soyuyor, sonra onu iştahla yiyor. Kalkıp pencerenin önüne oturuyor. Kız tabakları topluyor, birikmiş bir suyun içine daldırıp çıkarıyor, bir köşeye koyuyor. Adam yakacak odunları evin içersinde kırıyor. “Hadi yat” diyor kızına. “Ağaç kurtlarının sesi duyulmuyor artık” diyor. “Evet duyulmuyor neden” diye soruyor kız ama adam cevap vermiyor.
Atını kırbaçladığı için üzülüp yataklara düşen Nietzsche var bir yanda, öteki tarafta kurtların sesini duyacak kulaklara sahip bir adam.
Her sabah kalkıp ata yem ve su veriyorlar. O hiç birini yemiyor. Kız yalvarıyor yemesi için. Arabaya koşuyorlar. Yürümüyor. Kıpırdamıyor. Yaşlı adam sürekli kırbaçlıyor, at kıpırdamamakta ısrarlı. Kızının ikazları sonucu at yeniden ahıra konuyor.
Her gün rutin hayatlarına devam ederler. Az konuşur, çok iş yaparlar.
Sabah giyinmelerinin detaylarını, ayakkabılarını bağlamalarını, bluzlerinin düğmelerini iliklemelerini, iki kova su çekmek için kuyuya kadar kızın gidişini, babasını giydirmesini, iki patates haşlamasını seyrederiz, film içinde beş gün boyunca.
Ben filmi seyrederken bir teslimiyet hissine kapıldım. Böyle yaşamak istedim bir an. Ne pişireyim derdi yok. Mobilya problem değil. Gerekli temel ihtiyaçlar var. O sadelik o kadar somuttu ki acayip cazip geldi.
Beşinci gün bir gürültü oldu, yemek yiyen sessiz başlar pencereye döndü. Aman tanrım ses! Bir olay var dedim. Çingeneler geldi. Şimdi başlıyor film. “Herhalde ortalık karışacak.” Su içmeye gelmişti Çingeneler beyaz iki atın çektiği arabaları vardı. Yaşlı adam kovdu onları kuyunun başından. Onlar da lanet edip gittiler. Yaşlı bir Çingene kutsal kitap verdi kıza su içmelerine izin verdiği için. Saçını okşadı. Tek sevgi gösterisi buydu, film boyunca.
İşte dedim kız şimdi isyan edecek. Eve kitap girdi. Artık babasına sorgusuz itaat etmez. Öyle bir şey olmadı. Birkaç satır okudu heceleyerek. Sonra gündelik işlerine devam etti.
Beşinci günün sabahı önce kuyudaki suyun kuruduğunu gördüler. Artık burada yaşayamazlardı. Evdeki temel eşyalarını bir el arabasına yüklediler. Arabayı kız çekiyordu. Atı arkaya bağladılar. Adam yan tarafta, arabayı kızın itmesine yardım ediyordu.  Kocaman arazide ki o tek başına duran ağacın durduğu yere  kadar gittiler, ardında kayboldular. Sinematografik olarak görüntü çok güzeldi.
Nietzsche’yi Salome ile tanıştıran arkadaşı Paul Ree olmuştu. Üçü birlikte iki yazı birlikte geçirmişlerdi. O dönemde sağlık durumu da düzelmişti. Sonradan kız kardeşinin çok alay ettiği, kendisin de utandığı bir fotoğraf çektirmişlerdi birlikte. Tıpkı filmdeki gibi bir el arabasının önünde iki adam duruyordu. Arabanın içinde, arkada Salome oturmuş onları kırbaçlıyordu.
Belki onu ağlatan, çöküşüne sebep olan atla empati kurmasına sebep olan o andı.
Macar yönetmen Bela Tarr sanki burada her şeyi tersine çevirmiş. Atla özdeştirdiği Nietzsche’yi arabanın arkasında bitkin yaşlı adamla kızın peşine takmıştı. Fırtına yüzünden şehir yok olmuştu. Artık gidecek bir yer yoktu. Aslında fırtına değil şehir insanlarıyla, bir bütün olarak kendini yok etmişti. At kendini gönüllü yok ediyordu zaten. Evlerine geri dönmekten başka çareleri yoktu.
O yüzden ağacın arkasından yeniden belirdiler.  Denklerini çözdüler, atı ahıra bağladılar. Sabah kalktıklarında at ölmüştü. Birbirlerinin yüzüne bile bakmadılar. Duyguları yüzlerinden okunmuyordu. Sanki hiç bir şey hissetmediler. Atın olduğu ahırın kapısını kapattılar.
Akşam Patateslerini haşlayıp yediler. Kararmıştı hava kandillerini yakmak istediler. İçi gaz dolu kandilleri köz bile tutmalarına rağmen yanmıyordu. Közlerinin de ateşi söndü zamanla. Üzerinde fazla düşünmediler. Yatıp uyumaya karar verdiler.
Uykusundan önce kız uyanmadı. Sonra babası patates yediği sofrasından kalkamadı. Zamanın içinde silinip gittiler.
Bela Tarr bize hayatın içinde koşuşturmamızın ne kadar anlamsız, aslında her gün aynı şeyleri yapmak üzere uyandığımızı hatırlatmak için çekmiş sanki bu filmi. Hayatın ağırlığını anlatıyor aslında film tıpkı filmin kendisi gibi. Seyirciler kendi aralarında bu film çok ağır, zaten böyle filmlerin adamı deyip ayrıldılar salondan.  Oysa biz seyrettiğimiz o beş günden farklı, ama aynı beş günler yaşıyoruz tekrarlayarak. Bu sıkıcılık ve basitlik bizim değer verdiğimiz şeylerin aslında önemsiz olduğunun bir hatırlamasıydı benim gözüm. O yüzden filmi çok sevdim.
Sanki aynı zamanda Nietzsche’nin de gecikmiş intikamını alıyor yönetmen bu filmiyle. Kendini kırbaçlanan atla içselleştiren, o ana geri dönen, hayatı değişen adamın intikamını da alıyor. Bella Tarr ‘n bu yönünü de sevdim. Böyle bir güce sahip olma yetisinin farkında olmasını da kıskandım.

Zuhal Özden