24 Nisan 2011 Pazar

Oyunlar Çocuklar İçin

Geceleri sevmiyorum. Rüyalarımda ağlayan kadın beni üzüyor. O kadını babaanneme anlattım. O da ağladı. Babaannem gözlerime bakıp, “Annenin hüznü sana miras kaldı” diyor. Daha sıkı sarılıyor bana. Benim hep gülmemi istiyor. Ama o ağlıyor. Geceleri onun yanında uyuyorum. Rüyamdaki kadın genç, ama tıpkı babaannem gibi kokuyor. Onun gibi sarılıyor bana, bir adam var, hep uzaktan bizi seyrediyor.
Biz yani dedem, ben, büyük annem dayımlarla konuşmuyoruz. O hapiste. Benim ailemi öldürmüş. Annemin karnındayken ben, onun karnına bıçaklar saplamış. Benim kolum kesilmiş, dayımın bıçak yarası ile doğmuşum. Sakin dedemlere kızmayın ,onlar benim bildiğimi bilmiyor.
Onlar benim okuyabildiğime de inanmıyorlar. Beş yaşında bir kızın kendi başına okuma öğreneceğine inanmıyorlar. Ama ben okuyabiliyorum. Benim ailem “Töre cinayeti” denen bir şeyin kurbanı. Dedem kitaplarına dokunmama izin vermiyor. Onun gazetelerini okuyorum bende. Anneme benzeyen kadını gördüğüm zaman anladım okuyabildiğimi.
Annemin adı Zaro Ermeniymiş. Babamın adı Zeki. Müslüman Ermenisiymiş. Benim adım Soney. Ben neyim bilmiyorum. Kimse bana bir şey demiyor. Bunların ne demek olduğunu da bilmiyorum. Ama dayım onlara kızmış. Onların evlenmesine çok kızmış.
Onların resimlerini kestim gazeteden. Yüzlerine bakmak hoşuma gidiyor. Karnım ısınıyor bakınca. Ben büyük annemin ağlamasından nefret ediyorum. Onları konuşmak istesem büyükannem ağlıyor. Bana öyle sıkı sarılıyor ki boğulacak gibi oluyorum.
Gazete de diyor ki annemin ailesi babamla evlenmesine izin vermemiş. Onlarda gizlice evlenmişler. Kaçıp başka bir şehirde yaşamaya karar vermişler. Dayım onları bulmuş. Eve götürmek istediğini, dedemin affettiğini söylemiş. Annem sevinmiş. İnanmış ağbisine. Ama dayım onları arabasına bindirip yola çıkardığında anlamışlar hata ettiklerini. Öldüreceğini bilmişler. Onun elinden kaçamamışlar. Kendi arabasının içinde kardeşini ve eniştesini yorulana dek bıçaklamış dayım. Babamı 24, annemi 12 kez.
Büyük annemin arkadaşı Zehra teyzenin torunu Mert çok salak. Bize geldiklerinde büyük annem onunla oynamamı istiyor. Mert’i sevmiyorum artık. Onunla oynamak da istemiyorum. Okuduğuma inanmıyor. Dayımın katil olduğunu söylüyor. “Büyüyünce sen de katil olacaksın” diyor. Kimse benimle evlenmezmiş. Annesi ona anlatmış. Benim dedem de kötü adammış. O yüzden şimdi acılar içinde ölüyormuş. Kötüler öyle ölürmüş.
Ben resim yapmayı seviyorum. Annemin resmini yaptım. En kolay gözlerini çizdim. O kadar güzel ki gözleri. Sanki onun resmine baktığım zaman, o da bana bakıyor. Defterim var benim. Boya kalemlerimde. Bazılarının renkleri açık, bazıları kapalı. Ben kapalı maviyi, kırmızıyı çok seviyorum. Ailemizin resmini yaptım. Annem siyah uzun saçları, kırmızı elbisesiyle bize yemek pişiriyor. Babam televizyon seyrediyor, mavi kanepemize uzanmış. Ben halımızın üzerinde bebeğimle oynuyorum. Mutfaktan büyükannemin köftesi kadar lezzetli köfte kokusu geliyor. Halımız kapalı mor. Bebeğim ve ben mutluyuz. Penceremizde üzerine pembe kelebekler çizdiğim perdelerimiz var. Avizelerimizde pembe. Ne yapayım ben pembeyi de seviyorum.
Bazen rüyalarımda ağlayan o kadını, annemi gördüğüm zamanlar, uyandığımda, bir bebek gibi ağlamamak için kapalı renk kalemlerimle ipler çiziyorum, ucunda bir adamın sallandığı. Neden bilmem. Ama ne kadar çok çizersem ağlamam o kadar çabuk geçiyor.

Zuhal Özden

Pişmanlıkları Öldüğünde Bırakır mı İnsanın Yakasını

Bugün ektiğim gülleri sulamaya gelmedim. Oğlumuzdan haber getirdim sana. Bilmem hatırlıyor musun ilkokula giderken senin cebindeki bozuk paraları aşırırdı. Her gece Tadella getirirdin ona. İçi fındıklı ben de çok severdim. O daha çok yiyebilmek için sabahları cebine girer en küçük paraları alırdı. Sen fark ettiğinde onu hırsız olmakla suçladın. Babasının parasını çalan evin küçük haini ilan ettin. Senin öfken akşama geçmişti. O getirdiğin çikolataları bir daha yemedi. Para aşırma huyundan da vazgeçmedi.
Rıza, oğlumuz şimdi hapiste. Ona bizimle yaşadığı yıllardan daha çok ömür biçtiler içerde kalması için. Adam öldürdü bizim oğlumuz biliyor musun. Kendi iş yerini soymaya kalkmış. Kötü arkadaşlarına uymamış. Sen öldükten sonra onu babası gibi bildiğini söylerdi.
Onun sesini özlemişim. “Ne yemek var anne” derdi. Odasının önünden geçerken, senin söndürdüğün ışığı yakmamı isterdi usulca. Hatırlıyor musun ateşi çıkmadan önce kulakları kıpkırmızı olurdu. Ona sarıldığımda ateş gibi yanardı kulakları. Görmeye gittiğimde “Bir daha gelme “dedi.
Oğlumu bir daha göremeden ölmek ağırıma gidiyor Rıza.
Komşular beni teselli etmek için “Üzülme mutlaka af çıkar” diyorlar. Dua edemiyorum. Oğluma, sana, Tanrıya inancımı yitirdim. Bilirsin kendime hiç inancım olmadı. Var olanı da galiba sen benden söküp aldın.
Karşımda olsaydın, nasılda kaşlarını çatardın şimdi. Ya kalkıp kahveye giderdin ya da dinlediğin haberlerin sesini daha çok açardın.
Öfkesi saman alevi gibi bir adamdın. Oğlun hakkında hep en kötüsünü düşündün. Bunu bir denge sandım Rıza. Tanrı seni duymaz sandım. Senin söylediklerini dua olarak kabul etmez, iyilikle andığım geleceğe kulak verir sandım. Neden onu sevdiğini hiç söylemedin.
Oğlun patronunu öldürdü. Onun parasını almak isterken canını aldı.
Sen oğlunu cezalandırma görevini kardeşine vermiştin. Oğluna el kaldırmaya üşenir miydin yoksa kıyamadığın için mi onu kardeşinin dövmesine izin verirdin hiç bilemedim. Cevabından korkup, ne yapacağımı bilemediğimden sormadım. Neden onun canını yakmasına izin verdin.
Ahmet kendi oğlu olmadığı için, belki de hiç evlenmediği için merhameti bilmezdi.
Onu yatağına bağlamıştı hatırlıyor musun.
Okuldan kaçtığı günlerde, onu yakalayıp evimize getirdiğin de “Ağabey bırak bu çocuğu ben adam edeyim” demişti. Sen de bırakmıştın. Onu bir esir gibi yatağa bağlayıp, tıpkı babanın seni, senin kardeşine yaptığın gibi kemeriyle dövmüştü. Neden ona engel olmadın.
O gün hepimize çok acıdım Rıza. Biz oğlumuza çok eziyet ettik. Biz sevmeyi hiç bilmedik. Gerçi kimse bize yolunu göstermedi.
Bizi hiç affetmedi. Oğlumuz olmaktan utandı belki de kendine hep eziyet etti.
Bugün hapishanede oğlumuzu görmeye gittim. Başka ziyaretçisi vardı biliyor musun. Evlenmiş. Bir kızı varmış. Eve gelmediği gecelerde biz arkadaşında sanırken o karısının yanında uyurmuş.
Gelinini görsen tanırsın. Senin cenazene de gelmiş. Ben görünce tanıdım. Onca kalabalığın arasında seçilecek kadar güzel bir kadın.
Onu dövüyormuş. Hamile olduğunu öğrendiğinde öyle kötü dövmüş ki gelinimizi hastaneye kaldırmış komşuları.
Kızcağız bugün çıkışta yanıma gelip benimle konuştu. Çok ağladı Rıza. Oğlumu anlattı bana. “O yaralı bir çocuk” dedi. Baba olmaktan korkmuş. Sevmeyi kızında öğreniyormuş.
Torunumuz çok hasta. Doğduğun da kansermiş biliyor musun. Annesi hiç saçlarını tarayamamış. Doğduğu ay kemoterapiye başlamışlar. Sapsarıymış yavrucak. Gözlerinin akı sarıymış. Güzelmiş gözleri. Gözleri gri yeşilmiş henüz. Üç yaşındaymış. Daha değişir demek geldi içimden ama söyleyemedim. Babasının da gözleri uzun süre yeşile çalmıştı bilirsin.
Bilmezsin belki de sen o zamanlar çok meşguldün. Arkadaşlarınla ava giderdin. Hep yorgun olurdun. Geç saatlere kadar uyur sonra kahveye inerdin.
Ne çok uyurdun. Uykuda bir ölüm şekli bilirsin. Her şeyi bilirdin sen, ama fazla konuşmayı sevmezdin.
Sen ne huysuz olmuştun son günlerinde. Hepimize kök söktürmüştün. “Öldürün ulan beni “ diye bağırıyordun. Kahvedeki arkadaşlarını çağırıyordun yardıma gece yarısı. Bir tek onlar canını alır, acılarından kurtarır sanıyordun. Onlar senin can yoldaşındı.
Gelinimizin ailesi bu evliliği hiç onaylamamış. Kaçarak evlendikleri için affetmemişler çocuklarını. Onlar Adana’da tanışmış. Tanıdığı günden beri hırçın bir çocukmuş bizim oğlumuz.
Bazen kendi evinden de kaçarmış biliyor musun. Günlerce nerede olduğunu bilmezmiş karısı. Sonra hiç bir şey olmamış gibi geri gelirmiş, elleri kolları dolu. Tıpkı senin “Ava gidiyorum” diye, tüfeğini, Kral’ı alıp gitmen gibi o da çekip gidermiş.
Kral da öldü. Uykusunda bir kuşun peşinde koşarken belki, yorgun öldü.
Bugün gülleri sulamaya vaktim de niyetim de yok. Eskisi gibi gelemeyeceğim sana. Gelinimle, torunumla ilgilenmem gerek.
Kalan ömrümü yoksunluklarımı gidermekle geçireceğim. Pişmanlıklarımdan kurtulur muyum bilmem.
Madem oğlum beni görmek istemiyor onu bir daha rahatsız etmeme kararı aldım. Belki içinden bana daha önce neredeydin diyordur. Geç büyüdüm diyemem ki, insan evladından sonra büyür mü Rıza.
Evi satıyorum. Ankara’da ki kiracıya haber gönderdim. Dükkanı da elden çıkaracağım. Torunumuzun masrafları çok ağır, kızım çalışacak ben torunuma bakacağım.
Hastanede senin işlemlerini yaptığım son gün lanet etmek gelmişti içimden, bir daha gelmem demek. Dilimi ısırmıştım. “Tanrım beni tekrar muhtaç ederse” demiştim. Yemini bozmuyorum Rıza. Ben götüreceğim onu her gün hastaneye.
Akşama bana geliyorlar. Yemek yapmalıyım. Birilerine yemek pişirmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki.
Evimde, soframda neşe istiyorum Rıza.

Zuhal Özden

1 Nisan 2011 Cuma

İkili Delilik

Beni bırakıp gitmişti. Ben hala inanamıyordum terk edildiğime. Ben terk ederdim hep, bu terk ediş ezberimi bozmuştu.
Sabah uyandığımda onun tarafının boş olduğunu gördüm yatakta, yastığında çukur oluşmamıştı. Saçmalıyorum. O kıpırdamadan yatamazdı ki. Uyurken savaşırdı yastığıyla. Omzunda çuval taşır gibi yüklenirdi yastığı, yavaş yavaş sabaha doğru kafasının üzerine çıkarırdı, simit tabyası gibi.
Bu sabah Ayşe’nin kabarttığı haliyle, kaz tüğü yastığı bulut misali, kıpırtısız, pofuduk duruyor.
Bu manzara hüzünlendirmedi beni, tam tersine bir öfke saplandı karnıma. “Gece eve gelmedi yine ona gitti” dedim kendime. Karısına gitmişti.
Mutfakta kahvaltı sofrasını hazırladım iki kişilik, onun sevdiği peynirleri koydum sofraya. Geceyi affettirmek için sabahında damlardı kahvaltıya elinde kocaman gül demetiyle. Kızgınlığım güllerin kırmızılığında yok olup giderdi. Boynuna sarılırdım, ısınırdı içim. Sonunda evine dönen kocanın karısı gibi hissederdim kendimi. O benimdi. Öfkeyle sevdiği tüm peynirleri çöp tenekesine attım. Hızımı alamadım. Tabağı, bardağı attım. Oysa o benim en sevdiğim porselen takımımın parçasıydı. Elim çöpe gitti. Elimi cezalandırdım. Tezgaha vurdum öfkeyle.
Yatağıma gitti aklım. Odaya gidip tüm sevişmelerimin öfkesini yastıktan çıkaracaktım. Yatağın üzerinden yastığı kaptığım gibi salona fırladım hızla, kanepeye oturdum. Onu beklediğim, evinde neler yaptığını düşündüğüm, pişmanlıktan kıvrandığım akşamlarda oturduğum kanepemde, yastığına sarılıp oturdum. İki elimi birleştirip ikisinin yan yana olmasından güç alıp, kucağımdaki yastığa bir çifte yumruk indirdim. “Domuz”, “Allah belanı versin “, “Kimsin ulan sen, beni nasıl terk edersin.”
“Sen kim oluyorsun da siktir olup gidiyorsun”
“Kime sordun be” hafızamı zorladım. Zihnimin dehlizlerinde öfkemi hafifletecek küfürler aradım, biriktirip söylemeye cesaret edemediğim küfürler düşündüm. “Muhbirsin olum sen, en iyi arkadaşımla aramı açtın sen” Karın benim en iyi arkadaşımdı. Sayende, onun yüzüne bakamaz oldum. Kuyruğunu sallayıp durdun etrafımda. Hayatımın içine sıçtın! Şimdi siktir olup gittin. Çocukluk arkadaşımdı o benim. Yapayalnız kaldım. İkimizi de aldattın sen. Delirttin lan beni, kendi kendine konuşan bir orospuya çevirdin.
Bir den yastığına daha sıkı sarıldı. Telefon çalıyordu.
“O kesin” Pişman oldu tabii. Bensiz bir gece daha uyumak istemediğini anladı. Telefona uzanır, ekranda “Annem” yazısını görünce yüzünü buruşturur. Tam sırası! Baktın kızın mutsuz çat arayıp keyfini çıkaracaksın değil mi! Aman kaçırma bu zafer anlarını.”Boktan zamanların kraliçesi” Kesin canımı yakacak ya! “Ayla nasıl görüşüyor musunuz?” der şimdi. Beni çıldırtacak ya! Siktirsin! Uğraşamam şimdi senle anne. O kadar merak ediyorsan git Ayla’yı ara.
Kadın ikinci ele ne meraklı ya! Haberleri de ikinci elden alacak. Kelepir kocalar, üvey evlatlar, ikinci el sedef kakmalı dolaplar, aynalar…
Neden kendi halime şaşıyorum ki. Kızlar analarının devamıdır.
Hızla ayağa kalktı. İşe gitmem lazım. Müjgan orospusu kesin yetiştirir şimdi “Ay o kadar morali bozuldu ki seninkinin sokağa bile çıkamadı, insan içine çıkmaya cesareti yok. Göçtü ayol kız!” Hırsla pijamalarını çekiştirdi. “Gösteririm ben size.”
Aklına gelen yeni bir fikirle salonun kapısında durup, hızlı bir U dönüşü yaptı. Elindeki yastığa baktı önce, sonra balkon kapısına yöneldi. Kapıyı açıp demirlerden beline kadar aşağı sarkıp etrafına bakındı. Onu kimsenin görmediğinden emin olduktan sonra, tıpkı basket sahasındaki oyuncunun, potanın önünde faul atışı yaptığı gibi yastığı elinde bir top gibi kavrayıp, çöp tenekesini hedefledi, tüm gücüyle fırlattı yastığı. Top havada uçup hedefi buldu. Alkışlayanları selamlar gibi, sevinçlerine ortak olduğunu göstermek için iki elini havada birleştirip zafer işareti yaptı; gözleriyle seyircileri selamlarken, karşı apartmanda, balkonda sigara içen adamla göz göze geldi. Zaferi yarım kalmıştı, ona da bir selam çaktı.
En sevdiği şarkılardan birini mırıldanırken, yatak odasında dolapları karıştırıp giyecek bir şeyler arandı kendine. “Ben senin hayatından çıktım oğlum/hadi bakalım dur o sarı odalarda durabilirsen” sözleri pek bir anlamlı geldi, sesini yükseltti, içten coşkulu devam etti şarkısına “Uzak benden aşk uzak artık/alırım başımı giderim efeler gibi heyyy”
Kendi bağırtısından kendi ürktü sesi çok cırlak çıkmıştı. Sanki terk eden oymuş hissini veriyordu bu şarkının sözleri. Bu duygu onun omuzlarını yeniden dik tutmasına, sesini yükseltmesine neden olmuştu.
İyiydi be! Oh kurtulmuştu işte. Artık sadece hayatında bir tek kendisinin olacağı birini bulacaktı. Neydi lan öyle harem gibi. Suçluluk duygusu yoktu artık. Bunun için bile her şeye değerdi.
Karısından fırsat buldukça ona gelen bir adama aşıktı. Bununla yetinen bir salak olmayacaktı artık.
Eskiden sevgilisinin giymesinden hoşlanmadığı bir elbise seçti kendine. Yazlıktı. Spordu. Bu kış gününe hiç uymuyordu. Ama giyecekti. İçinde kendini rahat hissettiği her şeyle dolaşırdı o sokakta, onun mevsimi kendinde başlardı. Bahar gelmişti bugün, şu saniye canı öyle istiyordu.
Kırmızı, dekoltesi açık elbisesine uygun, onu dışarıda titretmeyecek bir ceket bulması zor oldu. Zıt, gizli uyumları severdi. Sadece kendisinin anlayacağı uyumlardı bunlar. Saçlarının arasında minik bir toka takardı. Tokanın taşına uygun bir yüzük olurdu parmağında. Sadece kendi bilirdi uyumu, bildiklerinden haz duyardı.
Üzerindeki pijamaları, yatağına uzanmış onu arzuyla bekleyen bir adam varmış gibi en seksi tavırlarıyla çıkarmıştı. Nedense birden kendini çok arzulu, şehvetli hissetmişti. Canı sevişmek istiyordu. Boş yatağında, tanımadığı sevişgen adamı çekmişti canı.
Yok artık daha dün gece terk edilmişti. Hemen başkaları olmazdı. Onu saran buğulu duygudan kurtulmak, gerçeğe dönmek için dalga geçmek istedi kendiyle. Titreyen ayaklarını zorlayarak dışarı çıktı. Zaten işe geç kalıyordu.
Arabaya bindiğinde her yanı tıka basa hüzün dolmuştu. Direksiyonun üzerine kapanıp, gözlerini yumdu. Yapamayacaktı. Hiçbir şey olmamış gibi işe gidemeyecekti. Hayatına böyle sıradan bir günmüş gibi devam edemezdi. Eve gidip pijamalarını giymeli, hönküre hönküre ağlamalıydı. İçip sarhoş olmalı, yatak odasına kadar gidemeden, banyo kapsının önünde kusmalı, kusmuğunun içinde sızmalıydı.
Arabasının içinde hala dışarı çıkamamış sözcükler, resimler, o kapalı kutunun içinde uçuşup duruyorlardı.
En son burada birlikte oturmuş kavga etmiş, terk edilmişti. Kapıyı çarpıp gitmişti. Gerçi o “Defol” demişti ama haklıydı. O da inmek istemişti zaten. “Durdur arabayı, inicem” demişti.
“Atla, öl” diye bağırıp gaza basmıştı kadın. Adam sakin arkasına yaslanmış “Saçmalama, durdur şunu.”Tanrım ona acı çektirmekten hoşlanıyordu. O kadınların acılarıyla beslenen, türünün tek temsilcisi bir yaratıktı.
“Karın atla” dese atlardın değil mi! Öl dese ölürsün!
“Ya kızım sen bu kadının adı geçince harbi sapıtıyorsun, kafayı yiyorsun ve ben senin bu hallerinden nefret ediyorum”
Benden nefret ediyorsun, onu seviyorsun. Oh güzelmiş siktir git karına o zaman. Bir daha da gelme bana. Anladın mı istemiyorum seni.
Adam başını çevirip delirmiş gibi arabayı kullanan kadına baktı. Onun tam tersi bir sakinlikte “Durdur şu arabayı, seninle konuşmak imkansız ve ben yoruldum artık”
Aniden frene bastı kadın. Arabadan inen adam, kapıyı yavaşça kapatıp gittikleri yönün tersine yürümeye başladı.
Bir an duraksayan kadın, gürültülü bir kalkışla arabayı hareket ettirdi. Evine kadar ne bir kırmızı ışıkta durdu, ne bir arabaya yol verdi. Çok küfür işitti, çok küfür etti. Evine geldiği gibi yatağına girip sızdı.
Adam arabanın sadece sesini duydu. Dönüp arkasına bakmadı. Telefonunu cebinden çıkarıp aradığı numarada karşısına çıkana onu almasını söyledi. Telefondaki ses onun aramasına şaşırmamış gibiydi.
Fazla beklemedi adam, yanına yaklaşan arabaya elinde sigarası bindi, şoförün ona uzattığı, biradan bir yudum aldı. Hiç konuşmadan hareket ettiler. Bara geldiklerinde kapıdaki görevli dahil herkesi başlarıyla selamlayıp, kendilerine sakin bir masa seçtiler. Kimse onlara ne içeceğini sormadı. Masalarına içkileri geldi. Bir süre sessizce yudumladılar içkilerini. Söze ilk arkadaşı başladı.

Zuhal Özden

Anladım ki hacmimiz değil Gözlerimizmiş Kapsayan!

İnsanoğlunun tarihinde yazı icat edildiğinden beri var olan tüm kitaplarda, cennetten kovuluşumuz bir şekilde anlatılır. Tanrı cezalandırmıştır. Yasak olanı çiğneyenin kadın olması da olayın başka bir boyutudur.
Bunların hepsi benim hoşuma gider. İlk yasağı kadının delmesi, cennetteki sıradanlıktan kurtulup maceraya atılmak, insan aklının layık olduğu eğlenceli şeyler gelmiştir bana.
Sorgusuz itaat etmek demek ki insanoğlunun genlerinde yok.
Çoğaldıkça, bilgi dağarcığı genişledikçe özgürlüğünün sınırlarını, bildiklerini sınamış insan.
Hamurundaki iyilik ve kötülülük onun bildikleriyle gelişmiş, palazlanmış.
Her ne kadar okumayan bir toplumda olsak da sözel öğretiyle kulağımıza çalınmış bilgileri, tabletlere yazılmış değişmez öğretileri, günümüze kadar getirmişiz kendimizde.
Kimilerimiz tanrıcılığa soyunup etrafındaki insanların aklındakileri kontrol etmek istemiş çağlar boyunca, böylece sorunsuz itaat süregelmiş çevresinde. Bunun için insanların korkularını kullanmak en kolay yöntem olmuş. Karşındakinin korkusunu fark edip, ona hissettirmeden bunu kullanmak, insan bilincini yönetmenin en birinci kuralı olduğu keşfedilmiş.
Her sabah o sıkıcı, hatta zamanla sıradan olan işimize, gelecek korkusuyla gidermişiz. Yani korku bazen de kendi başımıza ürettiğimizi sandığımız bir şeymiş.
Ülkemizde ne zaman seçim arifesine girilse, ağızlarda hep aynı söylem vardır. “Aman kime oy vereceğiz, başka parti mi var?” Sonra o parti seçimleri kazanır, aradan birkaç sene geçer, bu sefer “Bunlar bizi mahvetti, kardeşine şunu almış, oğlunun beş fabrikası varmış, karısını hastaneye ortak etmiş” gibi söylemler başlar.
Çok fazla söz hakkı olmadığına inanınca insan, kendisine söz verildiğinde pek fazla sorgulamak için kullanmadığı kafasını çalıştırmakta zorlanır. O yüzden klasik bir söylem tutturur, farklı olmamak, günü yakalamak için. Onun problemi günlüktür. Bir evi olsun ister. Banka kredi verirse bir de araba alır. Tercihini çalışmaktan yana kullanır. Çalışır, düşünmez aldığı parayı taksitlerine yatırır. Zamanı yoktur. Eve geldiğinde açtığı televizyonunda dinlediği haberler ya yaşamadığı hayatın dedikodusudur ya da onu umutsuzluğa düşürecek bir sürü laf salatası içerir.
Hayatın içinde yaşayan kendisi olmasına rağmen onu kandırmak isteyenler, çok düşünüp kurnazlıkla uygulamaya koydukları bir senaryonun parçasını oynatmaktadırlar, evinin ekranında. Şapşal bir kurnazlıktır aslında görünen göze. Aldırmaz. Uyuması, karısının isteklerinden uzaklaşıp dinlenmesi gerekir. Çocukların okul masrafları vardır. Annesiyle babası hala onun bir baltaya sap olamadığını düşünmektedirler. Patronu onu hep küçümser bir tavırla iş buyurmaktadır.
Kabusla karışık rüyalar görür. Yorgun işinin başına gitmesi, genelde arabası bile olsa, bir buçuk saatten fazla sürer. Sinirleri gergin masasına oturur.
Tüm bu sıradanlığın, sıkıcılığın arasında ne zaman gözü gazeteye kaysa, sırf aklından geçenler yüzünden, ensesinden bir adamın eliyle bastırıp zorla arabaya bindirdiği birinin resmini görünce, ona daha bir afakanlar basıyordur herhalde. Birileri camdan el sallıyor. Komşuları bayraklar çıkarmış, kalabalığın arasında yürüyenin omzunu yumrukluyor, sonra bir yetkili çıkıp “Vallahi biz bilmiyoruz, karışamayız!”
O da “evet” diyor “O karışamazsa biz hiç karışamayız. “
Annesini hatırlıyor askere giderken hüzünlü dalıp dalıp gidişlerine nasıl kızdığını, içerlediğini. “Askerliğini bir an önce bitir gel “ diyor annesi, “Sonra işe gireceksin, bak Mücella’da bekliyor! Ondan iyisini mi bulucaz!” Karısı o zamanlar mahallenin en güzel kızı. Şimdiki gibi “Günah” diye sofrada çocuklarının artıklarına da yemediği için dal gibi.
Hiç bir şeyi sorgulamamayı annesi öğretti belki de!
“Ya anne kaç kişi evleniyoruz biz” demedi mesela.
“Dur hele ben o benim çocukluk arkadaşım. Belki aşık olurum” diyemedi.
Devletine soramadı yahu ben çocuğum gelmesem!
Yolda arkadaşlarıyla gelirken arabasını polis çevirdiğinde, onu indirip arabasını didik didik aradığında “Bir dakika kardeşim bu benim mülkiyetim arama izniniz var mı!” demedi.
Sokakta köşeğe sıkıştırdığı tinerci çocuğu azarlayan, döven memuru görünce başını çevirdi.
Karakoldan gelen kadın çığlıklarını merak etti, kızını düşündü içi yandı ama içeri girmeye cesaret edemedi. Suçlulukta duymadı. Bir gece uykusuz kaldı.
Hem nerede görülmüştü, devletin memuruna, askerine kafa tutan bir vatandaş.
Tuhaf olan karakola girip hesap sormaktı.
Şu saatte bir şeyler kırılıyor. Dengeler bozulup, tanrıya bin şükür ki yenileri kuruluyor.
O görür mü bilinmez!
Tam da bu sözlerle yazıma son vermiş altına da adımı yazıp bilgisayarımı kapatmıştım ki! Bir şey oldu. Bir söyleşiye katıldım. Biraz zoraki oldu aslında ama Allahtan kimse “Kim bu!” der gibi bakmadı. Sorgulayan bakışlarla karşılaşmadım. O yüzden notlar aldım keyifle dinledim söyleşinin konuğu olan genç şairi. Son yazdığı kitabından bahsetti. Neden yazma gereği duyduğunu anlattı. Konuklardan biri ona “Seçimlerde kime oy vereceğini” sordu. İşte o zaman dedi ki “Tıpkı yaşadığımız çağ gibi geçirdiğimiz dönemde çok önemli, bir kırılma noktasındayız. Bu seçimlerde oylarımız sayesinde yepyeni bir parlamento olacak siyasi hayatımızda.” Bejan Matur’un bu söylemini dinlerken, önümüzdeki iki ayın çok önemli olduğunu, onun ve benim ilk defa yapmaya karar verdiğimiz -gerçi tam tersi hareketlerde olsa- eylem için çok iyi düşünmek gerektiğine karar verdim.
Tıpkı o da sözlerini benim sabah yazımı tamamladığım cümleyle bitirdiğinde “Değişimin sonuçlarını biz görür müyüz bilinmez” sözüyse not aldığım kağıda kocaman bir gülen yüz çizmeme sebep oldu.
Bu sabah mezilimden hiç şaşmadığıma mı yoksa akşamında duygularımı başka bir kadının düşüncelerinde teyit etmek mi beni keyiflendiren bilmem, aklım karışık yazdıklarıma bir gülen yüz kondurdum.
Hızımı alamadım, yolda imzalattığım şiir kitabını yeniden okudum.
“Bir adam/Üniformalar içinde askere/‘giyin de gel’ dediğinde/Anlayacağımız tek şey/O adamın evinde olduğudur/Çünkü evdir söyleten/Güçtür ev/Yuvanın yuva oluşudur./Seninle o yüksekliğin Tanrıyla bir bağlantı/Olduğu tünele gideceğiz./Bağıracağız. “ (Bejan Matur)

Zuhal Özden