19 Kasım 2011 Cumartesi

Altı Kadın Hikayesi

Bu ülkede insanın içini burkan, anıra anıra ağlayacak o kadar çok şey var ki.
Bunun sebebi çaresizlik, sisteme çarptıkça kafanı gözünü yararsın, canın yanar, öfkeli kelimeler çıkar ağzından ağlarsın.
Sistem dediysem, okuyan ülkeyle sınırlamasın ya da yaşadığı yeri büyük sanmasın, dünyadaki en kocaman sistemden bahsediyorum.
Kendi kimliğinizle, öteki olacağınız bir yere gidin, on beş gün yaşayın, tırım tırım dağ ararsınız çıkmak için, en azından ben öyle yapardım.
Beş tane kadın resmi karşımda, Şilan Uğur(18), Leyla İkincisoy(17), Hazine Şeker(32), Leyla Gündoğdu(26), Miyaser Marangoz(26) yaşları da parantez içinde bir gazete haberinde olmasında gerektiği gibi. Bu kadınların bir de kod isimleri var, bilmediğim konuya bulaşmayacağım, şayet Kürtçe bilseydim, kendileri mi kod isim alırlar yoksa birileri mi verir o konuda da bir bilgim olsaydı, söyleyecek sözüm olurdu.
Ben yüzlerine bakıyorum, bir otobüste karşılaşmışız, ya da ben bir kafeteryada oturuyorum, onlar da karşımdaki masada oturmuş konuşuyorlar.
Hayal elbet, onlar öldü.
Teker teker inceliyorum hepsini, huyum bu gözüme çarpan insanların hayatları hakkında fikir yürütmeye çalışırım, kafeteryadan çıkıp nereye gider, kimdir, annesi nasıl biri, nasıl bir evde yaşar, özelliklerini, kişiliğini tahlil etmeye çalışırım.
Bu kadınlar oturmuş, hiç bilmediğim bir dil de değil de, benim anlayabileceğim bir dil de kaçış planı, ya da dağa çıkma planı yapsalar yan masada, neden diye sorarım, neden?
Burada çaylarını içip, sıcak yataklarında uyumak varken neden, sıcacık bir yatak, hatta yanında seni anlayan kocaman bir omuz, bırak o çok fazla hayal oldu, konuşabileceğin, sesine yankı veren bir sesle yetinip, okuluna, işine gitmek varken, hatta çocuk doğurmayı onu kucağına alıp ensesini koklamak varken, neden en sıradan yaşama şeklinden vazgeçip, öfkeli adamların arasına karışmak istiyorsunuz .

Sadece kendiniz, bir başınıza, kızgın adamların arasında yaşamaktan korkmuyor musunuz?
Ben geceleri onca ışığın, binanın, kalabalığın arasında evime koşuyorum güvenli bulduğum bir kutunun içinde.
Gözlerimle, konuşkan beden dilimle sorardım. Oturduğum koltukta bin şekle girerdim.
Sadece kadınım, uyuma yolum, şeklim farklı, şimdilik, bir deprem olsa yaşadığım şehirde, ölmez de sağ kalsam, güvende hissettiğim, sevdiklerim yok olsa.
Tek başıma tıpkı ilk depremde olduğu gibi bir tenis kortunun beton zemininde, bulduğum bir taşı yastık yapacağım başıma, beni hayata bağlayan kimse olmadığı içinde her gece ölmeye yatacağım.
Kimse elini sokup benim içime, vicdanımla oynamasın, yaşamın içinde böyle bir kural yok.
Birini anlamak mı istiyorsun, ya da bu kadınları, kendine dönersin, erkek misin etrafına bakarsın, karına, kızlarına, onların yüzlerine, sonra düşünürsün.
Benim evimden biri alıp başını gitse bilinmeze, karım dağa çıksa ne olur arkadaş.
Kızıma işkence etseler, gazdan zehirlenip ölse; sıcak yatağında uyumaktan vazgeçip, on sekiz yaşındaki kızım çekip gitse, benim hazırladığım kahvaltılardan vazgeçse, yemeklerimi soframda yemek yerine, kuru bir ekmeği tercih etse, aç kalmayı göze alsa, yaşamak yerine, ölümün peşine takılmayı tercih etse adam olarak kendime sormaz mıyım ben, neler oluyor?
Ben nerede hata yaptım, biz nerede hata yaptık?
Beş kadın, beş kadın hikayesi, kimse kimsenin vicdanına, aklına bulaşmasın.
Herkes şapkasını eline alsın, kendine değeni düşünsün. Kapansın bir odaya düşünsün.
Nerede hata yaptık. Biz nerede hata yaptık. Biz nerede hata yaptık.
Kendinizde hesaplaşmadan da çıkmayın odalarınızdan, sokaklarda dolaşmayın, bakmayın aynaya falan.
Gördüğünüz hayal siz gerçek değilsiniz, en derinden gelen cevap sizi gerçek yapana kadar.
Zuhal Özden

28 Ekim 2011 Cuma

Bu da Benim Akıl Tutulmam

“Her şeyi devletten beklememek gerekiyormuş,” adamın teki kaykılmış anlatıyor televizyonda, e peki devleti dokunulmaz yapıp bir yere oturtan kim? Onun bir canlı bir organizma olduğunu biz biliyoruz, insanlardan oluşuyor. Hastalıklı yanı da, iyi yanı da var normal olarak. O organizmanın içinden biri “Deprem vergisi” adı altında toplanan vergilerin nereye gittiğini açıkladı. Eğitime gitmiş, çiftçiye gitmiş, yol, su, elektrik olarak bize dönmüş yani .
E güzel kardeşim bari adı üzerinde bir kısmı da adı hatırına doğru yere ay pardon deprem için harcansaydı değil mi?
“Önce halk organize olmalıymış sonra devlette elbet yardıma gelirmiş” adam konuşuyor, güzel söylüyor, Japonya da olsak, ya da New York Televizyonunda süper hatta abes bir konuşma olurdu, bu ne diyor böyle derlerdi. Biz entelektüel, oranın köylüsü!
Ona da kabul bazen salak ayağına yatmak lazım, bu sabırlı olmanın başka bir formülü, akıl sağlığı için gerekli, tamam zaten evler yıkılmasa -tüm kamu binaları yıkılmış bu arada- kendi düzenleri içerisinde bu insanlar kendi iç dinamiklerini işletip mutlaka başlarının çaresine bakarlar, devletten önce onların yaşama güdüleri var çünkü bir yerleşik hayatları kendi iç düzenleri, yaşadıkları çevreyle kurdukları bir bağ, barışıklık, bir uyumları var mutlaka. Çarpıklıkların üzerinde mutlaka insanca, içlerinden gelen yaşama güdüsüyle bir kırılma yaratıp mutlaka bir denge kurmuşlardır.
Burada ortaya ben devletim senin koruyucunum, seni eğiteceğim, bunun ücreti de şu kadar diye çıkan biri varsa o zaman normal olarak safça soruyor insan e hadi buyrun.
Herkesten önce yeter artık bu felaketlere bir son vermek lazım, bundan sonra tüm binaları biz yapacağız falan gibi siyasi söylemlerde yapamazsın aslında. Bu samimiyetsiz geliyor kulağa. Önceki deprem olalı şurada kaç sene oldu ki. Bir önceki depremden sonra sen bu vergileri zorunlu yapmadın mı, bu demektir ki deprem faktörü ortadan kalkmamış ve sen bu konuyu hep gündeminde tutacaksın.
Böyle anlamak gerekmiyor mu?
Bizim hep gündemimizdeymiş, hem hafızamızda hem de cebimizde, sonra o kadar sıradanlaşmış ki unutmuşuz bile. Nerede şimdi bizim bu zamana kadar harcadığımız performansın karşılığı.

Bizim kimsenin vereceği akla ihtiyacımız yok, tanrı herkese akıl verdi.
Bu aklı tanrı verdi, hepimiz eşitiz tanrının gözünde ve devlet içimizden insanların oluşturduğu canlı bir organizma.
O dokunulmaz bir kavram değil.

Zuhal Özden

25 Ekim 2011 Salı

Üç Kulhu Bir Elham

Üç Kulhu Bir Elham

Ölümü bir yaz günü tanıdım, küçük bir kızdım. Arkadaşım akşam üzeri çimenleri çıplak ayakla sularken, çimenlere sızan kaçak elektriğe yakalanıp ölmüştü.
Bir umut hastaneye götürmüşlerdi, ölmez sanıyorduk. Şaka gibiydi. Gündüz bize uğramış, kayan bir yıldız gördüğünü, dilek tuttuğunu söylemişti. Bir dileği, rüyasında görmek istediği bir arzusu vardı. Gülmüştük. Merak ediyorduk, söz vermişti dileği gerçek olursa bize de söyleyecekti.
Gece yarısı hastaneden gelen haberi beklerken kapımızın önünde duran arabanın içinden hışımla ortak arkadaşımız inmiş, soran gözlerimize öfkeyle bakmış, dinimize, kitabımıza küfretmişti. Öldüğünü anlamıştık. Onun adına korkmuş ama içimden rahatlamıştım, devam etmesini dilemiştim. Bu haksızlıktı. Öyle aniden haber vermeden ölüm gelmiş bizi bulmuştu. Hepimiz bir tarafa kaçışmıştık. Ağlayanlar, telaşla konuşup ne yapmamız konusunda fikir yürütenler vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Birimizin babası, o da sırası geldiğinde öldü –Allah rahmet eylesin- sadece dua edin demişti. Hangi duayı biliyorsanız okuyun. Başka yapacak bir şey yok.
Yollara düşmüş, herkes kendi bildiği şaşkın ağıdını yakarak evlerine gitmiştik.
Annesi tek kızına sarılmış, evinin boş bir odasında sessizce kocaman mavi gözyaşları akıtıyordu. Onun bedeninden yayılan, gözlerinden akan acının karşısında susmaktan başka çare yoktu.
Susmanın ve dua etmenin yerini gördüğüm andı, öğrendim.
Bize dua etmemizi söyleyen yaşlı adam öldüğünde, onun cenazesine katılmış, oğluna acısını paylaştığımı varlığımla göstermek istemiştim. Susmuş, tıpkı babasının dediği gibi dua etmiştim.
Büyümüştük.
Ben hep, başın sağ olsun, Allah geri de kalanlara hayırlı ömür versin, onun ömrünü size bağışlasın gibi sözlerin çok saçma olduğunu düşündüm. İstemem sevdiğimin kalan ömrünü, başkasının da isteyeceğini düşünmem.
Hala büyümeye devam ediyorum. Acının olduğu yerde susmayı, ölümün geldiği yerde dua etmeyi öğrendim.

Zuhal Özden

24 Ekim 2011 Pazartesi

Deli Saçması

Arkadaşımla kavga ederken ona tehditler savurmuştum, daha küçük olduğum zamanlardı, öfkem aklımı yönetirdi, her yanımı teslim alırdı. O sakin olabilir demişti, herkesin kumaşı farklı. Birden sönüvermiştim, kumaşım büzüşmüştü.
Azıcıkta olsa kontrol etmeyi öğrendim öfkemi, yayıyorum artık zihnimin her bir yanına oradan salıyorum bedenime en yumuşağından, sakince. O zaman aklım serbest kalıyor, yeniden normal insan moduna geçip, kaliteli bir kumaş kıvamına girebiliyorum.
Bugünlerde beni tetikleyen toza bulanmamı, kendimi yerden yere atmama neden olacak o kadar çok şey oluyor ki. Kaçıyorum. Seyretmekten, konuşmaktan, okumaktan, kelimelere dökmekten kaçıyorum.
Dünyanın ateşten bir top olduğu zamana dönüp oradan durduğum yere bakmak ihtiyacı hissediyorum.Bir problemle karşılaştığımda nerede hata yaptığımı bulmak için en başa dönmek, benim düşünme şeklim.
Durduğum yerden geriye gidince nerede bir deformasyon oldu da biz böyle mutasyona uğradık diye düşünmeden edemiyorum.
Tanrının yüzünden belki de. O ayırdı önce bizi kategorilere, bize farklı diller verdi. Renklerimiz farklı oldu. Birimizin burnu uzun, diğerinin yamuk olunca, birimiz geri zekalı, biri ileri zekaya sahip, körü, topalı, kıvırcık saçlısı, rastaya meraklısı.
Zamanla gerilemek yerine akılları geliştikçe gücün, öğrenmenin şehvetine kapıldıkça insan başka bir şeye dönüştürdü kendini. Dünya da insanın yozlaştığı tarih o kadar eski değil aslında. Kötülüğün tohumlarının meyvelerini daha yeni yiyor insanlar.
Hazreti Musa sormuş, Tanrım demiş insanları yaratmadan önce ne yapardın. Sizden önce kaç Adem devri daha geldi ve geçti bilsen.
Biz ne ilkiz ne de son olacağız anlaşılan.
Yazım karışık, aklım da karışık zaten. İnsanlara kızgınım. Hiç ölmeyeceklerini sanan geri zekalı mahluklara kızgınım. Ölümün yanındakine uğrayıp onu fark etmeyeceğini sanan salaklar, yaşadıklarını sananlar. Soyları sopları, var olma nedenleri nedendir bilmem.
Allahtan gelenler elbette sorgulanmaz. Ben bu günlerde onların benim gibi insanların sabrını, insanlığını sorgulamak için konuşan garabetler olduklarını düşünüyorum. Günahım varsa, muhatabım tanrıdır, cevabımı ona veririm.
Bir yazı okudum. Orada yazar “Ben aşk çocuğum” diyordu. Okurken düşündüm acaba annemin rahmine mutlu mu koşmuştum, yoksa ayaklarım geri geri mi gitmişti.
Kimileri nefret, kimileri tecavüz, kimileri farkında olmadan düşüverirler annelerinin rahmine. Ölmelerine yakın sorguları başlar, bu doğanın kanunu, hesaplaşmamız kaybettiklerimiz çoğaldıkça başlar.
Allah akıl fikir versin ne diyim. Akıl var mantık var diye bir ders varmış ben yeni öğrendim. Düşünme şeklini öğretiyormuş insana. Kayıt yaptırın gidin. Olmadı önce böyle bir dersin varlığını sindirin. Bugün başladı.
Zuhal Özden

18 Ekim 2011 Salı

Serseri Ruh

Onlar benim henüz bir ölü olduğumu bilmiyorlar. Annem işte olduğumu sanıyor büyük ihtimal. Ahmak sevgilim ona küs olduğum için telefonlarına bakmadığımı düşünüyor. Ayrıldığımız için mutsuz, kendime kapandığımı hatta naz yaptığımı sanıyor olmalı. Arkadaşlarım sessizce tatile gittiğimi düşünüyordur.

İşten ayrılıp geri dönmemek üzere gitmeyi düşündüğüm tatil.

Oysa iki gündür yatağımda uyanmadan yatmaktayım.

Tenim küf rengine çalar oldu bu sabah. Kendimi seyrediyorum. Kapılardan geçip apartmanda dolaşıyorum. Sokak kedilerini korkutmaya çalışıyorum geceleri, olmuyor.

Kapımın açık olduğunu henüz kimse fark etmedi.

Evime giren hırsız ardına bakmadan, kapıyı kapatmadan gittiği andan beri burada cansız benimle baş başa bekliyoruz. Birilerinin beni bulmasını bekliyoruz.

Gece yarısı odamda dolaşan yabancının elleri boğazımı sıktığında, nefesimi tutup onun gözlerine bakmak istedim. Sadece kocaman bir karaltı gördüm. Canım yanmasa, zihnimin bana oyunu sanabilirdim. Nefes almama izin vermedi. Karanlıktı, ağırdı. Boğazımı neden sıktı bilmiyorum. Onu göremedim, hırsız olmalı, neyin hırsındaydı bilmiyorum. Ölmemi neden istedi.

Eşyadan çok böceğin olduğu bu ev yüzünden kızmıştı belki de.

Biraz gürültü yapabilsem, telefonum da çalmıyor artık. Çantamın içinde hala, sahi onu neden almamış. Ben bile beğenmiyorum, zevklerimiz aynıymış.

Sokağa çıkamıyorum. Gidip birilerinin ensesin de patlamak geliyor içimden, kediler görüyor beni, konuşuyoruz, birilerine haber verin diyorum. Gülüyorlar.

Çöpleri karıştırıyorlar, yediklerim geliyor aklıma, karnım acıkmıyor.

Karşı dairede oturan yaşlı çiftin mutfaklarında dolandım bugün. Kadın hiç umursamadı. Adam cin, iş dönüşlerimde pencerede biterdi, inadına bakardım belki utanır diye, gülümserdi.

Etraflarında dolanırken huzursuz oldu. İki gündür tansiyonu hep düşüyormuş. İçinde garip bir his varmış. Sanki boğazında bir ip, yerlerde sürüklüyorlarmış onu. O da mı ölecek ne, çabuk ölse, hemen gitmez belki, konuşuruz.

Canım sıkılıyor.

Ne zaman almaya gelecekler beni, hani ışık vardı, birileri sürükleyip götürseydi bari. Hiç bir şey olmuyor, öyle serseri bir ruh gibi dolaşacak mıyım bu apartmanın içinde.

Odaya giremiyorum. Yatağımı toplayayım, şu renksiz bedenime çeki düzen vereyim diyorum olmuyor. Bütün daireleri gezdim. Yüzüm mor, çok çirkin, kokuyorum. Ama gerisi gelmiyor. Üzerimde bir örtü olsun istiyorum. Açık mı bilmiyorum.

Nereye bakmak istersem orayı görüyorum, dayanamadıklarım da var.

Kedilere bulaşmayacağım bu akşam, gidip üst kattaki çocukları korkutacağım. Onlar en güzel uykularımı bölüyorlardı. Misketleri hareket ettirmeyi deneyeceğim.
Bakalım misketler, yataklarının altından akmaya başlayınca ne yapacaklar.

Ben bu adamı tanıyorum, sokaktan kaçıncı geçişi bunun. Kediler de sevmedi. Tuhaf biri, sürekli pencereye bakıyor. Güya çaktırmıyor salak. Bu bizim servis şoförü. Burada mı oturuyormuş.

Hey bu tarafa baksana, işe neden gitmemiş bu. Hangi gündeyiz acaba? Kovuldu belki de. İzinlidir. Hatırlamıyorum. Hep bu adam mı alıyordu bizi? Off Hatırlayamıyorum.

İş yerinde olduğum saatler evin bu halini merak ederdim. Sokağı seyredip kahvaltı etmeyi, canımın istediği saatte pijamalarımı çıkarmayı, hiç cazip değilmiş. Çok sessiz. Bu sokaktan kimse geçmiyor. Dolap boş. Televizyonu da açamıyorum.

Gidip şu üst kattaki kadın neden ağlıyor ona bakmalıyım. Hep mutlu görünüyordu. Her akşam elinde alış veriş torbaları, küçük kızıyla konuşa konuşa çıkıyorlardı merdivenleri. İdolümdü o benim. Derdi neymiş ki.

Böyle düşündüğün yerde olmak harika, bir de sınırlarım olmasa.

Bu kadına ne olmuş böyle. Vay be evi de güzelmiş. Koltuğa bak, burada yatıp ne güzel televizyon seyredilir. Neler yapılmaz ki. Ben bu halıyı almak için beş sene aynı giysileri giyerdim ya, hale bak. Güzel mutfak. Burada yemek yapmak zevkli olurdu. Manzara buradan daha güzelmiş. Her yere tepeden bakıyorsun, kuşun bakışıyla, güzel pencere. Bu kadınla neden arkadaş olmadım ki pencerenin önünde kahve içip sohbet etmek zevkli olurdu.

Benim hırsız gerçekten acemiymiş, bu evi neden ıskalamış ki, kadını uyarmam gerek belki de. Güzel kadın. Ya sıra ondaysa, farkımda bile değil ne yapabilirim ki.
Dayak mı yemiş bu. Gözü morarmış. Kollarını neden öyle tutuyor. Ayna da ne göreceğini zannediyor acaba. Kızım bir kaldırsana kafanı. Saçlarını bir kaldır hele. Ne dersem yapıyor vay be. Beynine mi girdim ne. Ne oldu sana? Kocan mı dövdü seni. Küçük kız nerede. Hey çığlık atma. Deli mi ne!!! Korktu bu. Çocuğunu uyandıracaksın. Kafayı yedin sanacak. Sakinleş, gidiyorum ben ya. Bir de senle uğraşamam.

Yüzümden kurtlar çıkmaya başlayacak. Bu apartmanda herkes kendi derdine düşmüş. Şu kapının açık olduğunu birine fark ettirmem lazım.

Umudum yaşlı adam, kesin benim yokluğumu fark edecek. İşten gelmediğimi anlayınca, kapıma bakacak, bunu hissediyorum.

Bak işte açtı kapısını, boynundaki ipi sürükleyerek geliyor işte, ürkek ama anladı kapının aralık olduğunu, hissetti.

Hadi be amcam it şu kapıyı, korkma, artık sana bir şey yapamam, kokum burnunun direğini kıracak sadece, başın dönecek azıcık, midene kramplar girecek, korkunla yüzleşeceksin, ama senin karın var, sen yalnız ölmeyeceksin. Genç birini bulmak nasip oldu sana, kaderinin üzerine yürü, kurtar beni ortalık yerde çürümekten. Haydi tiradım ayaklarına güç versin.

Yanında yürüdüğümü bilse ne yapardı acaba. Ona yürümeği öğreten annesi gibi davrandığımı bilse, son adımlarının şahidi olurdum kesin.

Kocasını merak etti yaşlı teyzem, peşine düşüp daireme giriyor, amcamın korkudan nefesi kesik, sesi çıkmıyor, başımda öyle dikiliyor. Nereye bakacağını şaşırdı. Bu odayı çok kere hayal etmişti ama böyle değil. Kovaladığı değil kaçtığı ölümü düşünüyor kesin, dizlerini ağrıtan, boynundan çeken.

Karşı komşularım ve ben hazırolda bekliyoruz ölümüm karşısında, ben gitmek için hazırım, onlara saygım sonsuz.

Zuhal Özden

14 Ekim 2011 Cuma

Garip Bir Merak İşte

Yaşadığım şehrinden kalkıp Diyarbakır, Mardin, Van’a gidemiyorum.

Daraldım bu şehirde, Margusyan’ın Gavur Mahallesi’nde okuduklarımı, hissettirdiklerini, yakalamaya gideceğim arkadaş, diyemiyorum ben.

Bir ebe arayacağım oralarda, çeşme başında neşeli kızlar vardır belki sohbet ederiz, kızgın yağda gözleri benim sabah haberlerini okuduğum gibi açılan hamurlardan yerim belki.

Evinde huzur yakaladığım o ailelerden birinin, sedirine ilişirim azıcık.

Tavanı seyretmekten sıkıldım, damda uyumayı merak ediyorum. Toprak damda yıldızların altında uyuyorum. Üzerine çiğ düşüyor sabahları, sonra kuruyor kemiklerin, güneşe serilmiş sebzeler gibi. Her sokağın ucu denize çıkıyormuş sanıyor gözlerin. Benim şehrimde yer gök mavi. O yüzden yanılsamaların hayali bile hoşuma gidiyor.
Bunların hepsi hikaye, gidemem, korkuyorum.

Arkadaşım geçen gün bayramda gideceği GAP gezisini iptal etti. Kızım manyak mısın ne işin orada, diyen ilk bendim. Ne alakası var oralarda bir şey yok dedi önce sonra iptal ettiler cümleten arkadaşlarıyla birlikte. Kıskancımdır belki ya neyse geçelim.

Uzun zamandır Nemrut Dağı’na çıkılmıyor olmalı. Ben duymadım. Heykellerin yere indirileceği hakkında bir haber okumuştum ne kadar doğru bilmem. Doksanlarda minibüsler aksamaya başlamıştı zaten, düzenli çalışmıyorlardı.

Issız yollarda önümüzü dağdan inen teröristler kesebilir. Bizi dağa kaçırabilirler maazallah. Tipimizi beğenmezler oracıkta öldürüverirler. Bir kaza kurşununa kurban gidebiliriz. Babil filmindeki gibi.

Gerçi burada da aklına estiği her yerde polis insanları duvara yaslayıp saç tellerinden çorap içlerine kadar arıyor.

Oğlumu metrobüs girişinde aradılar geçen gün, yanlarında öyle sap gibi bekledim. Bana hanım sen niye bekliyorsun gitsene demedi kimse. Bir alakamız olduğunu anladı demek ki, diye geçirdim içimden. Tipimi beğenmiyorlar dedi oğlum. E peki aradıkları ya bendeyse.

Neyse vardır bir bildikleri.

Demek çocuk asi, ben ezik anne moddundaydık neyse bunu da geçelim.

Biricik olan yanım alınganlık gösteriyor işte.

Ben seyahat etme güvencemi kimden almalıyım, sınırlarımı nasıl bileceğim.

Kumar oynamayı bilmem ki hala öğrenemedim.

Neden bir şehirden ötekine kolaylıkla gidemiyorum.

Arkeologum ben, öğrencilik yıllarımda portakal sandığında uyumak istemediğim için Harran’daki kazıya gitmeyecek kadar salaktım. Öğrenciliğin şanındandır salaklık. Giden arkadaşım sarılık olmuştu. Bir ay hastanede tecrit altında kalmıştı. O zaman da korkaktım. Zaten bin dokuz yüz seksenlerde üniversiteye girip korkamamak için sağlam bir alt yapı gerekiyordu o zamanlar.

Mezun olunca turizm acentesinde işe başlamıştım. Özel gruplarımız vardı, çok nadir kültür turları yapardık. Merak salmıştım ören yerlerine kapalı turlar düzenlemeye, sadece neden derdim düzenlenmez ki bu turlar, öyle içimden sessizce.

Yollar bir açılır bir kapanırdı.

İnsan bilmediği, görmediği yerler hakkında sesini gür çıkaramıyor elbet, hele işin turizm olursa.

Kapalı grupları ören yerlerine, höyüklere götüremiyorlar hala.

Geçmişinin izlerini ne kadar takip ettiyse, o kadar hayal eden, oralarda gezmek, dokunmak isteyen bir sürü insan olduğuna eminim.

Neden önce rüzgara teslim ediliyor medeniyet, yok olsun diye.

Teslimiyet huzur demektir ama kime teslim oluyoruz biz.

Çocuklar askerlik çağına geldiğinde nefesleri mi tıkanmalı annelerin.

Bağdat caddesine göndermek yerine, oğlum otur haberleri seyret, gazete oku, tarih derslerine iyi çalış, sana askerde maneviyat kazandırır mı demeli.

Doğuda yaşayan anne çocuğunu cam bir fanusta mı beslesin öfkeden esirgemek için. Kapısı çaldığında -her evde güvenlik görevlisi yoktur her halde haber vermiyordur kimin geldiğini-nasıl karar verecek, kapıyı açıp açmamaya, kimin geldiğini nasıl anlayacak.

Öfkesini nasıl kontrol edecek, dönüştürecek.

Neden kadın doğum ve ölümün arasına sıkışsın kalsın.

Kaçmak istediğinde ona ölüm kalsın.

Çocuk ev hallerinin aynasıdır. Elindeki taşı nasıl alacak. Çocuk anlamaz mı annesinin yüreğinin taşlaşmak zorunda kaldığını.

Yaşadığınızın çevrenin enerjisi sizin yataktan kalkma şeklinizi belirler, düşüncelerinizi etkiler..

Öğretmen arkadaşım anlatmıştı. Sınıflarda çocuklar bizim gazetede okuduğumuz haberlerin birer canlı tanığı olarak önce günlük olayların onlara değen yanını değerlendirir sonra derse başlarmış. Hep bir adım da öğretmenlerinden öndeymişler. Çünkü onlar henüz kirlenmemiş, saf akıllar.

Gençlerse öfkeli, yaşlılar yaşadıklarının tecrübelerinden nasiplerini almış sakin.

Bir de arafta kalanlar var, düşenler, orada doğanlar.

Zuhal Özden

,

Başım Belada

Evimden kaçtım. Annem babamı unuttu. O adamla evlendi. Onun babamın koltuğunda oturup ayağında onun terlikleri, televizyon seyretmesine dayanamadım. Evden ayrılalı on gün oldu.

Adamın cebindeki bütün parayı çaldım. On gündür pis bir otel odasında uyuyorum. Buna uyumak denirse. Odamın kapısı kapanmıyor. Duvarda geceleri hamam böcekleri geziyor. Işıkları, resepsiyondaki adam akşam on olunca söndürüyor. Karanlıktan korktuğumu bilmezdim.

Sadece babamı sevdiğimi sanırdım. Annemi özlüyorum. Onun bana bağırmasını özledim. Bir daha oraya dönmeyeceğim. İkimize de ihanet etti annem. Babamın yorgunluktan uyuyup kaldığı koltuğunu evde hepimizden çok sevdiği şeyi ona verdi. Dokunmasına izin verdi.

Her sabah gemicilerin gittiği bir kahveye gidiyorum. Orada bana iş bulacağını söyleyen bir adam var. Benim gibi evden kaçmış. Ama annesine kızıp değil. Yaşadığı hayatı sevmiyormuş. Nefes alamıyormuş. Karısının yanında uyanmaya sesini duymaya tahammül edemiyormuş. Küçüklüğünden beri hep evden kaçarmış. Babası her seferinde döve döve eve getirirmiş. Askerde bile kaçmış tam üç kere. Onu disko denen bir yere hapsetmişler. Orada biraz kafayı sıyırmış. Hayaller görür olmuş. Arada öteki dünyaya gittiğini söyledi bana. Ona güvenmiyorum, yanımda değilmiş gibi benimle konuşurken görünmeyen birilerine anlatıyormuş gibi söylediklerini. Benim fark edemediğim biri varmış gibi hissediyorum onun yanında. Ondan biraz korkuyorum aslında. Başka kimse konuşmuyor benimle.

Gemici olmak için para lazım. Bana iş bulacak söz verdi. Bir oğlu varmış. Onu bıraktığında altı yaşındaymış. Şimdi üniversitede okuyormuş. Onu görmeye gidiyor her gün. Okulun kapısında izliyormuş onu. Çok yakışıklıymış. İyi bir insanmış. Annesine benziyormuş.

Karısı iyi kadın hiç evlenmemiş.

Güzel dikiş dikermiş. Komşuları ona yardım etmiş, kumaşlar getirmişler kadına diksin diye, karşılığında para vermiş, evinin eksiklerini gidermiş, kadının gururunu kırmadan onu mesleğe hazırlamışlar. Şimdi semtinin en iyi terzilerindenmiş.

O farkında değil ama iyi adam. Bana evine dön demiyor. Neden kaçtığımı hiç sormadı. Babamın öldüğünü öğrendiğinde gözleri doldu. Omzuma dokundu. “Başın sağ olsun oğul hoş geldin gerçek hayata” dedi. İnsan canı yandığı zaman büyürmüş. Onun oğlu altı yaşında büyümüş. Karısı yirmi altısında yaşlanmış. Hayat herkese yüzünü farklı zamanlarda, değişik gösterirmiş. Bizi hayata bağlayan ya da hayatımızı değersiz hissetmemizi sağlayan hep küçük şeylermiş.

“Bak ben oğlumun yürüyüşüne bakıp, yüzündeki gülüşe göre günümü ayarlarım, elimde değil” omuzları düşmüş, ağlamak isterken gülümsemişti. Yüzü öyle diyordu.

Çocuklar ailelerinin hatalarından uzak durur ya da daha kötüsünü yaparmış.

O babasını düşündüğünde kulağı sızlarmış, ensesinden usulca kıçına doğru yol alan bir sızısı varmış, şiddeti kuyruk sokumunda son buluyormuş. Ağrı hiç değişmemiş. Altı yaşından beri aynıymış. Tekme atmayı severmiş rahmetli babası.

Oğluna bir fiske vurmamış. Onun gibi adamlar belki ben de öleymişim, köksüz ağaçlar gibiymişiz bir yere bağlanamazmışız. Bu duygu bize doğuştan tanrı tarafından bahşedilmiş bir lanetmiş.

Hüseyin amca konuşurken okulu düşündüm. Saatlerce öğretmeni dinlemeye dayanamazdım. Kaçardım okuldan. Sevdiğim hiç arkadaşım yoktu, sanki onlar çocuk ben büyüktüm. Oyunları bana çocukça gelirdi.

Gerçek olan babamdı. O benimle oyun oynamazdı ama beni sevdiğini bilirdim. Endişelendiğinde yüzünü yana çevirir, saçlarıma dokunurdu. Neşesini gözlerime mıhlamak ister, eliyle çenemi kaldırır gözlerimizi eşitlemeden, durulmazdı.

Denizde olmak farklıymış.

Aynı geminin içinde aylarca yaşasan da rüzgar varmış, sonunu kestiremediğin ufuk çizgisi olurmuş, başını çevirdiğinde her yerde gördüğün, sonra gökyüzü, hiç dinmeyen yağmurlar, zormuş hayat ama kendinden güçlüye, görünene teslim olmak kolaymış.

Bazen de gözlerini ufka diker belirsizliğin içinde kaybolduğun hissiyle sarhoş olurmuşsun. Bu sarhoşluğun tadını alan bir daha karaya ayak basmak istemezmiş.

Benim denizlerde olmam gerek. Burada sevdiğim, özlemek istediğim hiç kimse yok. Bastığım toprağa inanmıyorum.

Zuhal Özden