22 Ocak 2011 Cumartesi

Kaliteli Bir Hayatı Herkes Talep Etmeli

Kocam ne zaman bir televizyon dizisi, ya da programı çekmeye başlasa çok gergin olur. Sürekli birilerine bağırır, hızını alamaz, eve taşır gürültüsünü.
Gerginliğinin sebebi, anlattığı, almak istediği sonuçla ilgilidir. Hayal ettiği, kafasında tasarladığı, olmasını istediği işin en mükemmel haliyle ekrana yansımasını ister.
Düşüncelerinizi başkasına anlattığınızda onun kafasında oluştuğu resimse her zaman aynı olmaz. Bu işin soyut yönüdür. Bir de teknik aksaklıkların, ince detayların doğru olarak hayata geçirilmesi problemi vardır. Ne kadar detaylı çalışırsanız, o kadar çok insanla muhatap olacaksınız demektir.
“İpsiz Recep” dizisi çekilirken, tarihe dokuya uygun bir mekan yaratılmış, kaldırımlar dahil ona göre döşenmişti. Onca mali külfetin sonunda dizinin izlenme oranlarında şayet bir istenmeyen bir durum çıksa, kaldırılma riski içten bile değildi.
Böyle bir olasılık karşısında yapımcının görevi kanaldan parasını sözleşme koşullarına uygun alamasa da, oyuncuların ve ekibin parasını ödemektir.
Bir mahalle dizisinde çekim yaptığımız mekanı, semtin kabadayı gençleri basmıştı. Hızlarını alamamış ekibin kaldığı otele kadar gelip içeri girmiş, ekibin elemanlarını taciz etmişlerdi. Nedeni çalışanlar kızlardan birinin gönül ilişkisiydi.
Bazen ekip çalışmalarında, sizin kontrolünüzden çıkan olaylara da rastlamanız mümkün.
“Sekiz Ülke Sekiz Yönetmen Mimar Sinan” Belgeselinde kostümlerin hazırlanması, sahnelerin çekileceğin mekanlardan izin almak, onların şartlarına uygun çekimler yapmak oldukça yorucu bir çalışma gerektiriyordu.
Öncesin de danışmaların gözetiminde, detaylı bir araştırma yapılmış, senaryo hazırlanmıştı.
Gala günü gelip çattığında, eşim oğlumun doğumunda ya da nikah günümüzde görmediğim kadar heyecanlıydı. Dokunsanız ağlayacak kadar da duygusaldı.
Tüm bunca özel şeyi anlatma sebebim “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin bizim evde seyredilme durumundan bahsetmek için giriş yapmak istedim.
Dizi başladığında eşim kostümlerin ve çekimlerin muhteşem olduğunu söyledi. Tek abartık bulduğu sahne, Hürrem’in Kanuni’nin karşısında kıvırtarak oynamasıydı. “Yok artık” dedi “Bu fazla olmaz o zamanlar padişahın yüzüne kim bakabilirmiş böyle” Dizinin yapımcısını sabah tebrik edeceğini de söyledi elbet.
Evet, bu bir dizi sadece, yani hayal ürünü! Kimse cennete gidip geri gelmedi. O dönemde padişahın karşısında raks eden bir kadın günümüzde yaşamıyor. Sadece kaynaklardan bilgi sahibi olabilir, üstüne hayallerimizi katabiliriz. Biz kitapların yalancısıyız.
Tarihi yapımlarda, temel kurgu ve o yıllarda geçen olaylarda kronolojik gerçeklere bağlı kalırsınız ama ince detaylar senarist ve yönetmenin hayal gücüne kalmıştır.
Bir ziyafet sofrasında, domates salataya doğranmışsa, ama o dönemde meyva olarak yeniyorsa, hatta henüz tanınmıyorsa buna itiraz etme hakkınız vardır.
13 yy geçen bir olayın içinde 16 yy ait bir atlı araba görürseniz kıyameti koparır, senaristi cahil olmakla suçlayabilirsiniz, hatta davranış ve konuşma şekillerini kontrol edebiliriz.
Ama yaşayıp şahit olma imkanınızın olmadığı bir konuda fikir yürütebiliyorsanız, başkasının da düşüncelerine saygı göstermek zorundasınız.
İlk senaryomu, belki de acemi olduğum için ya da bana güvendikleri için Piri Reis’in hayatını yazarak başlamıştım. Bana sorarsanız oldukça başarılıda olmuştum. Ama eşim bir Hollywood senaryosu yazdığımı, kendisinin o kadar bütçesi olmadığını, çekemeyeceğini söylemişti. Şimdi senaryom bir köşede hollywood yapımcılarını bekliyor.
Arkadaşımla ben o senaryoyu yazarken çok fazla kaynak kitaptan yararlanmıştık. Ve yazma işini planlamıştık. O okumalarda daha başarılıydı. O yüzden gerçeğe bağlı savaş sahneleri. Saray konuşmalarını yazdı. Ben halk dilini kullandım. Sıradan insanları sıradan olayları konuşturdum, yarattım. Hepsi o dönemde olabilecek, sıradan olaylardı. Tayfaların konuşmaları, esnafın ev dedikodusu, sıradan halkın sevdaları bunlar benim konumdu.
O dönemin kıyafetlerini araştırdık. Hangi tür silahlar kullanıldığını, denizde gemilerin adlarını, şekillerini, tayfaların adlarını, durumlarını, mesela göğüslerinde boncuklar vardı tayfaların. Sefere çıkmadan önce söyledikleri özel bir dua vardı. korsanların kanunlarını öğrendik.
Korsan hikayeleri okuduk. Onlardan hikayeler devşirdik.
Dönem hikayesi yazmak zordur. En ince detayına kadar düşünmeniz gerekir.
Geçen gün bir kadın toplantısında “Muhteşem Yüzyıl”ı dizisini seyretmemeleri gerektiğini birbirilerine telkin eden kadınlara şahit oldum.
Oysa tüm gün sabah programları var, hayal edemeyecekleri gündelik kötülükleri farkında olmadan evlerine soktukları, üzüldükleri, günlük enerjilerini boş yere tükettikleri programlar.
Oysa böyle bir dönem hikayesinde, en azından okulda öğrenip, ders diye burun kıvırdıkları hatta belki okula gitmedikleri için öğrenme fırsatını hiçbir zaman bulamadıkları tarihten minik bir kesit öğrenme şansını yakalayacaklar.
Bu günü anlayabilmek için geçmişi çözmek, anlamak gerekir oysa ki.
Bunun içinde hayat tecrübesi gerekir. Hayat tecrübesi, görmek, duymak, algılamakla olur.
İstediğiniz yere bakar, bildiğinizi sandığınızı duymakla geçirirseniz ömrünüzü, hiç büyümeden, doğduğunuz basamakta tükenir ömrünüz.
Bugün okumaya başladığım Albert Camus’un kitabında cümle şöyle başlıyor. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir”
Felsefe sadece filozoflara mâl edilecek bir kavram, düşünce değildir. Sıradan tüm insanların kendilerine ait felsefi düşünceleri vardır. Ya bunu adının farkında değillerdir. Ya da başka isimle adlandırırlar. O yüzden kimse kendisini sorunun öteki tarafında düşünmesin.
Hacmi olan herkesin tıpkı ölmemek için olduğu gibi yaşamak için de bir sebebi olmalıdır.
Bunun içinde kaliteli, korkusuz, sınırsız bir bakış gerekir.

Zuhal Özden

20 Ocak 2011 Perşembe

İki Delilik

Beni bırakıp gitmişti. Ben hala inanamıyordum terk edildiğime. Ben terk ederdim hep bu terk ediş ezberimi bozmuştu.
Sabah uyandığımda onun tarafının boş olduğunu gördüm yatakta, yastığında çukur oluşmamıştı. Saçmalıyorum. O kıpırdamadan yatamazdı ki. Uyurken savaşırdı yastığıyla. Omzunda çuval taşır gibi yüklenirdi yastığı yavaş yavaş, sabaha doğru kafasının üzerine çıkarırdı simit tabyası gibi.
Bu sabah Ayşe’nin kabarttığı gibi, kaz tüğü yastığı bir bulut gibi kıpırtısız pofuduk duruyor.
Bu manzara hüzünlendirmedi beni, tam tersine bir öfke saplandı karnıma. “Gece eve gelmedi yine ona gitti” dedim kendime. Karısına gitmişti.
Mutfakta kahvaltı sofrasını hazırladım iki kişilik, onun sevdiği peynirleri koydum sofraya. Geceyi affettirmek için sabahında damlardı kahvaltıya elinde kocaman gül demetiyle. Kızgınlığım güllerin kırmızılığında yok olup giderdi. Boynuna sarılırdım, ısınırdı içim. Sonunda evine dönen kocanın karısı gibi hissederdim kendimi. O benimdi. Öfkeyle sevdiği tüm peynirleri çöp tenekesine attım. Hızımı alamadım. Tabağı, bardağı attım. Oysa o benim en sevdiğim porselen takımımın parçasıydı. Elim çöpe gitti. Elimi cezalandırdım. Tezgaha vurdum öfkeyle.
Yatağıma gitti aklım. Odaya gidip tüm sevişmelerimin öfkesini yastıktan çıkaracaktım. Yatağın üzerinden yastığı kaptığım gibi salona fırladım hızla, kanepeye oturdum. Onu beklediğim, evinde neler yaptığını düşündüğüm, pişmanlıktan kıvrandığım akşamlarda oturduğum kanepemde yastığına sarılıp oturdum. İki elimi birleştirip ikisinin yan yana olmasından güç alıp, kucağımdaki yastığa bir çifte yumruk indirdim. “Domuz”, “Allah belanı versin “, “Kimsin ulan sen, beni nasıl terk edersin.”
“Sen kim oluyorsun da siktir olup gidiyorsun”
“kime sordun olum” hafızamı zorladım. Zihnimin dehlizlerinde öfkemi hafifletecek küfürler aradım, biriktirip söylemeye cesaret edemediğim küfürler düşündüm. “Muhbirsin olum sen, en iyi arkadaşımla aramı açtın lan sen” Karın benim en iyi arkadaşımdı. Senin yüzünden onun yüzüne bakamaz oldum. Kuyruğunu sallayıp durdun etrafımda. Hayatımın içine sıçtın. Şimdi siktir olup gittin. Çocukluk arkadaşımdı o benim. Yapayalnız kaldım. İkimizi de aldattın sen. Delirttin lan beni, kendi kendine konuşan bir orospuya çevirdin.
Bir den yastığına daha sıkı sarıldı. Telefon çalıyordu.
“O kesin” Pişman oldu tabii. Bensiz bir gece daha uyumak istemediğini anladı. Telefona uzanır, ekranda “Annem” yazısını görünce yüzünü buruşturur. Tam sırası! Baktın kızın mutsuz çat arayıp keyfini çıkaracaksın değil mi! Aman kaçırma bu zafer anlarını.”Boktan zamanların kraliçesi” Kesin canımı yakacak ya! “Ayla nasıl görüşüyor musunuz?” der şimdi. Beni çıldırtacak ya! Siktirsin! Uğraşamam şimdi senle anne. O kadar merak ediyorsan git Ayla’yı ara.
Kadın ikinci ele ne meraklı ya! Haberleri de ikinci elden alacak. Kelepir kocalar, üvey evlatlar, ikinci el sedef kakmalı dolaplar, aynalar…
Neden kendi halime şaşıyorum ki. Kızlar analarının devamıdır.
Hızla ayağa kalktı. İşe gitmem lazım. Müjgan orospusu kesin yetiştirir şimdi “Ay o kadar morali bozuldu ki seninkinin sokağa bile çıkamadı, insan içine çıkmaya cesareti yok. Göçtü ayol kız!” Hırsla pijamalarını çekiştirdi. “Gösteririm ben size.”
Aklına gelen yeni bir fikirle salonun kapısında durup, hızlı bir U dönüşü yaptı. Elindeki yastığa baktı önce, sonra balkon kapısına yöneldi. Kapıyı açıp demirlerden beline kadar aşağı sarkıp etrafına bakındı. Onu kimsenin görmediğinden emin olduktan sonra, tıpkı basket sahasındaki oyuncunun potanın önünde faul atışı yaptığı gibi yastığı elinde bir top gibi kavrayıp, çöp tenekesini hedefledi, tüm gücüyle fırlattı yastığı. Top havada uçup hedefi buldu. Alkışlayanları selamlar gibi, sevinçlerine ortak olduğunu göstermek ister gibi iki elini havada birleştirip zafer işareti yaptı; gözleriyle seyircileri selamlarken, karşı apartmanda, balkonda sigara içen adamla göz göze gelir. Zaferi yarıda kalan kadın, elini alnına siper edip komşuna selam verdikten sonra balkondan hızla içeri girdi.
En sevdiği şarkılardan birini mırıldanırken, yatak odasında dolapları karıştırıp giyecek bir şeyler aranır kendine. “Ben senin hayatından çıktım oğlum/hadi bakalım dur o sarı odalarda durabilirsen” sözleri pek bir anlamlı gelir, sesini yükseltir, içten coşkulu devam eder şarkısına “Uzak benden aşk uzak artık/alırım başımı giderim efeler gibi heyy” kendi bağırtısından kendi ürktü sesi çok cırlak çıkmıştı. Sanki terk eden oymuş hissini veriyordu bu şarkının sözlerini. Bu duygu onun omuzlarını yeniden dik tutmasına, sesini yükseltmesine neden olmuştu.
İyiydi be! Oh kurtulmuştu işte. Artık sadece hayatında bir kendisinin olacağı bir adam bulacaktı. Neydi lan öyle harem gibi. Suçluluk duygusu yoktu artık. Bunun için bile her şeye değerdi.
Karısından fırsat buldukça ona gelen bir adama aşıktı. Bununla yetinen bir salak olmayacaktı.
Eskiden sevgilisinin giymesinden hoşlanmadığı bir elbise seçti kendine. Yazlıktı. Spordu. Bu kış güne hiç uymuyordu. Ama giyecekti. İçinde kendini rahat hissettiği her şeyle dolaşırdı o sokakta, onun mevsimi kendinde başlardı. Bahar gelmişti bugün, şu saniye canı öyle istiyordu.
Kırmızı dekoltesi açık elbisesine uygun, onu dışarıda titretmeyecek bir ceket bulması zor oldu. Zıt, gizli uyumları severdi. Sadece kendisinin anlayacağı uyumlardı bunlar. Saçlarının arasında minik bir toka takardı. Tokanın taşına uygun bir yüzük olurdu parmağında. Sadece kendi bilirdi uyumu, bildiklerinden haz duyardı.
Üzerindeki pijamaları, yatağına uzanmış onu arzuyla bekleyen bir adam varmış gibi en seksi tavırlarıyla çıkarmıştı. Nedense birden kendini çok arzulu, şehvetli hissetmişti. Canı sevişmek istiyordu. Boş yatağında, tanımadığı sevişgen adamı çekmişti canı.
Yok artık daha dün gece terk edilmişti. Hemen başkaları olmazdı. Onu saran buğulu duygudan kurtulmak, gerçeğe dönmek için dalga geçmek istedi kendiyle. Titreyen ayaklarını zorlayarak dışarı çıktı. Zaten işe geç kalıyordu.
Arabaya bindiğinde her yanı tıka basa hüzün dolmuştu. Direksiyonun üzerine kapanıp, gözlerini yumdu. Yapamayacaktı. Hiçbir şey olmamış gibi işe gidemeyecekti. Hayatına böyle sıradan bir gün müş gibi devam edemezdi. Eve gidip pijamalarını giymeli, hönküre hönküre ağlamalıydı. İçip sarhoş olmalı, yatak odasına kadar gidemeden, banyo kapsının önünde kusmalı, kusmuğunun içinde sızmalıydı.
Arabasının içinde hala dışarı çıkamamış sözcükler, resimler, o kapalı kutunun içinde uçuşup duruyorlardı.
En son burada birlikte oturmuş kavga etmiş, terk edilmişti. Kapıyı çarpıp gitmişti. Gerçi o “Defol” demişti ama haklıydı. O da inmek istemişti zaten. “Durdur arabayı, inicem” demişti.
“Atla, öl” diye bağırıp gaza basmıştı kadın. Adam sakin arkasına yaslanmış “Saçmalama, durdur şunu” demişti. Tanrım ona acı çektirmekten hoşlanıyordu. O kadınların acılarıyla beslenen, türünün tek temsilcisi bir yaratıktı.
“Karın atla” dese atlardın değil mi! Öl dese ölürsün.
“Ya kızım sen bu kadının adı geçince harbi sapıtıyorsun, kafayı yiyorsun ve ben senin bu hallerinden nefret ediyorum”
Benden nefret ediyorsun, onu seviyorsun. Oh güzelmiş siktir git karına o zaman. Bir daha da gelme bana. Anladın mı istemiyorum seni.
Adam başını çevirip delirmiş gibi arabayı kullanan kadına baktı. Onun tam tersi bir sakinlikte “Durdur şu arabayı, seninle konuşmak imkansız ve ben yoruldum artık”
Aniden frene bastı kadın. Arabadan inen adam, kapıyı yavaşça kapatıp gittikleri yönün tersine yürümeye başladı.
Bir an duraksayan kadın, gürültülü bir kalkışla arabayı hareket ettirdi. Evine kadar ne bir kırmızı ışıkta durdu, ne bir arabaya yol verdi. Çok küfür işitti, çok küfür etti. Evine geldiği gibi yatağına girip sızdı.
Adam arabanın sadece sesini duydu. Dönüp arkasına bakmadı. Telefonunu cebinden çıkarıp aradığı numarada karşısına çıkana onu almasını söyledi. Telefondaki ses onun aramasına şaşırmamış gibiydi.
Fazla beklemedi adam, yanına yaklaşan arabaya elinde sigarası bindi, adamın ona uzattığı, biradan bir yudum aldı. Hiç konuşmadan hareket ettiler. Bara geldiklerinde kapıdaki görevliler dahil herkesi başlarıyla selamlayıp, kendilerine sakin bir masa seçtiler. Kimse onlara ne içeceğini sormadı. Masalarına sek Burbon viskileri geldi. Bir süre sessizce yudumladılar içkilerini. Söze ilk arkadaşı başladı.
“Biliyor musun, iki kadın arasında kalan evli adamların çoğu kalp krizinden ölüyormuş. Duygusal şiddet yaşıyorlarmış. Bazen bu yükü kaldıramadıkları için çok sık kriz geçiriyor ve sonunda ışın hızıyla öteki dünyaya gidiyorlarmış.” Sadece gülümsüyor arabadan atılan adam. “Sen gül” bir sigara yakar daha da ciddileşerek sözüne devam eder. “Ben neden iki kere kriz geçirdim sanıyorsun bu sene. Çok yordu olum bu kadınlar beni”
Bir süre yüzüne baktı arkadaşı sonra muzip bir tavır takındı, kasvetli havayı dağıtmak istercesine “Vah be olum çok üzüldüm, keşke Viagra alsaydın”
Arkadaşı sır vermek ister gibi ona doğru eğilip “Lan oğlum benim gibi doğuştan potansiyeli fazla olanlar o tür haplar alınca grup falan da kesmiyor, yanındaki kadının da seni gördüğünde bir metre uzağa kaçağı durumlar hasıl oluyor sonrasında” sonra arkasına yaslanıp söylediklerinin doğruluğundan emin “ eh kadınlar bizim gibi değil oğlum onlar aşkla sevişiyor, bizse nefes alır gibi” fark budur gibilerinden ellerini iki yana açtı, çaresizmiş, üzgünmüş gibi.
Taze terk edilmiş adam gayet ciddi arkasına yaslanıp gözlerini boşluğa dikip “O kadar” diyorsun. Diğeri başıyla onaylarken bir yandan kendinden emin “Yani” dedi gayet manidar.
Hayatıma hiç kadın girmeden önce, annem hayatımı zehir ederdi. Beni o kadar iyi anlardı ki. O kadar çok severdi ki. Ne çok anlayışlıydı. Kuralsız bir evde büyüdüm ben. Kendi kurallarımı kendim koymak zorunda kaldım. Bir kız olsaydım. Orospuluğun kitabını yazardım. Benim arkadaşım görünür ama çok sevdiği adama yani babama beni ispiyon etmekten geri durmazdı. Avucunun içinde sımsıkı tutardı beni. Taaki kemiklerimin çıtırsını duyuna kadar, gözlerimdeki acıyı da gördü mü rahatlardı. Bu teslimiyet demekti ona göre.
“Oğlum ağlatacaksın beni haa”
Suzan Teyze’yi tanımasam, sadist bir annen vardı, garip çocukluk yaşadın sanıcam. Oğlum birlikte büyüdük. Hepimiz sizin evde olmak için can atardık. Orası bizim özgürlük alanımız, hayal ettiğimiz, olmasını istediğimiz evimizdi. Kaç kere beni de evlat edin Suzan Teyze demişizdir kadına. Sen değil misin onun sigaralarına daha on yedi yaşında dadanan. Kim karşılıklı sigara içemeye başladı lan on sekinde, ben hala içmiyorum babamın yanında.
“Yuh ben içiyorum sanki”
“E onu yapma bari”
Sen zaten özgür bir çocuktun. Buna ihtiyacın yoktu ki. Oğlum okuldan kaçar size giderdik. Film seyreder, oyun oynardık. Sakın anneme söyleme derdim. Hangimizi ispiyonladı oğlum hea. Evin içine sıçardık, kadının tencerelerini yakardık yemek yapıcaz diye. İlk sizde öğrendim ben yemek yapmayı. Ben hiçbir zaman annemin hatta karımın mutfağında sizin mutfakta olduğu kadar kendimi özgür hissetmedim.
Babandan hepimizi korurdu. Gece sarhoş eve gitmeye korkan, kız erkek hepimiz size gelirdik. Hepimiz için babanla kavga ederdi kim kimi avucunun içine almış oğlum. Sen o evin hükümdarı gibiydin. Senin sayende babanı bile eğitti Suzan Teyze şimdi düşünüyorum da.
Ya işte annem bir kız arkadaş gibiydi. Ama o benim annemdi. Olgun bir arkadaşımdı sanki. Hayatımın o kadar içindeydi ki ondan habersiz onu mutsuz edecek hiçbir şey yapamazdım. Ama bundan ölesiye nefret ederdim. Yapamamaktan anlıyor musun? Kendimi eksik, aciz, diğer çocuklardan farklı hissediyordum. Diğer çocuklar gibi anneme kızmak istiyordum.
Bana iyi davrandığı için, hissettiklerim yüzünden iki kat suçlu hissetmeme sebep oluyordu.
Şimdi hayatımdaki kadın beni ne zaman köşeye sıkıştırsa duygusal manada, onların karşısında kendimi çok iyi hissetsem, hemen bunu bozacak bir şey yapma dürtüsü uyanıyor içimde. Geçmişteki gibi iyilikle bağlanmak, çaresiz kalmak istemiyorum. Bana kızsınlar, benden uzak dursunlar istiyorum. Elimi kolumu bağlamasınlar, sarmasınlar beni sevgileriyle, o huzurun kokusu derhal beni harekete geçiriyor. Elimde değil.
Bir yandan arkadaşına itirafta bulunuyor, bir yandan ellerini ovuşturuyordu. Susmak istiyor, ama anlattıkça rahatlıyordu.

Zuhal Özden
Devamı Var

4 Ocak 2011 Salı

Bir Varmışta İki Yokmuş

Çingenelerden korkmazdım. Onların atları vardı. Açık havada çimenlerin üzerinde yatarlar, yemek yerlerdi. Çadırlarda uyurlardı. Ateş yakarlardı geceleri. Kendilerinden olmayanları umursamazlardı. Kavga ederlerdi. Benim tanıdığım Çingeneler sessiz, kendi işinde, suratları asık, suratlarında ne hissetleri anlaşılmayan değişik insanlardı.
Büyükler çocukları korkutmak için, “Çingene çalar” derlerdi. Uzaklara, öyle kafana göre gitmeye kalkarsan, Çingeneler alır götürürdü çocukları.
Ben korkmazdım. Ben bir sürü şeyden korkardım. Neden korktuğumu bilmeden korkardım. Ama bana hiç bir şeyin dokunamayacağını düşünürdüm yine de? O kadar kötülük olamazdı benim etrafımda, bana kıyamazlar gibi gelirdi. Öyle hissederdim. Korkardım. Ama dokunulmazlık gücünü nereden alırdım bilmem. Tanrıyı fazla tanımazdım. Onu fazla düşünmezdim o zamanlar. Hep kendimle meşguldüm. Bir de etrafımda gözüme değen insanlarla.
Amcam Çingenelerden küçük bir at satın almıştı. Suyun kenarında çimenlerde otlarda. Kuğruğunu sallardı, üzerine konan sinekleri kovmak için. Yanında hep küçük sarışın bir kız olurdu. Saçları sarı, gözleri maviydi. Onca esmerin arasında o beyaz tenli, sarı saçlı kızın olması bana şüpheli gelirdi. Elbisesi bile beyazdı. Kirliydi ama beyazdı. Onun bizden biri olduğunu, Çingenelerin onu çaldığını düşünürdüm. Yüzündeki kiri mutsuzluğundan sanırımdım. Tek başına çimenleri koklayan, kuyruğunu savuran atla, o beyaz elbiseli kız sanki hiç ayrılmazlardı.
Amcam atın bakımını onlara bırakmıştı. Tüm yaz onların yanında kalmıştı amcamın küçük öksüz atı. Ben büyük bir kadın olsaydım, içimden öyle geçiyordu, o küçük kızı alır önce yüzünü yıkar, yanımdan hiç ayırmazdım.
Ama bir kadın vardı. O beni korkutuyordu. Her gece gelir yatağımın kenarına oturur, konuşurdu. O kadar çok konuşurdu ki bir zaman sonra, dediklerinin başını kaçırır, sesini duymaz olur, sadece konuşan görüntüsüne bakar, uyanmaya çalışırdım. Korkardım ondan. Korkumun nedeni, sadece bana görünmesiydi. Bana kafayı takmıştı. Sürekli konuşuyordu. Sesi kapalı ekrandaki bir görüntü gibiydi rüyam, ama yine de sürekli tekrarlanması korkutucuydu.
Onu görmemek için, geceleri annemlerin kapısına gider, beni içeri almaları için yalvarırdım.
Bana hiç kapıyı açmadılar. Aralarında güvenle uyumama izin vermediler. Kocaman bir kızdım. Bahane uydurduğumu sandılar.
Ben de uyumak yerine gecenin sesini dinlemeyi öğrendim. Çingene kadını rüyalarımdan kovamıyordum. Ben de uykularımı terk ettim.
Kendimi oyalamak için tüm gün neler yaptığımı düşünürdüm. Kardeşlerimle kavgalarımı, annemden işittiğim haksız azarları, ona veremediğim cevapları tasarlardım kafamda. Onlarla sonu gelmeyen kavgalara tutuşurdum.
Hüzünlenirdim. Ağlardım.
Yeniden haksızlığa uğramış hissederdim kendimi, küserdim. Kendime acırdım, isyan ederdim.
Annemin fısıltılarını duyardım yan odadan. Bazen babam fısıldar, annem minicik kahkahalar atardı. Mutlu olurdum. Bende gülerdim sebebini bilmeden. Annemin kahkahasına ortak olurdum.
Düşünmekten yorgun sızardım.
Uyurken yüzümde, ya çarpık bir gülüş, ya da küskünlük olurdu büyük ihtimal.
Sabahları babam tıraş olurken şarkı söylerdi. Anneme şakalar yapardı.
Bir boksör gibi yüzünde traş köpüğü, kahvaltı sofrasını hazırlayan karısının etrafında dolanır, kollarına yumruklarını dokundururdu. Minik fiskeler vururdu. Annem etrafında vızıldayan arıya aldırmayan biri gibi işine devam eder, arada oflayıp babamı başından kovardı.
Onları seyrederken içime hüzünlü bir huzur dolardı. Bir gün bu manzaranın yok olacağını hissederdim. Ne zaman çok sevinsem, güzel bir şey gördüğüme inansam mutlaka tam tersi olan kavramı da aklıma getirmek, benim düşünme şeklimdi. O yüzden hiçbir zaman tam mutlu olamazdım.
Babam arabasını değiştirip, daha yeni bir modelini aldığında bizi gezmeye çıkarırdı. Ben evden çıkmadan önce, bir köşede dua ederdim. “Tanrım lütfen bize dokunma” derdim. “ Biz mutluyuz.”
Tanrıyı biliyordum artık. Teyzem tırnaklarını boyarsan cehennemde yanarsın demişti. Tanrı çok büyük, insanları çok seviyor, onların iyiliğini istiyor. Her yerde görüyor onları. Ona sormaya korkmuştum. Peki o zaman neden kırmızıyı sevmiyordu? Bence kırmızı oje güzeldi tırnakta. O kadar çok günah olan şey vardı ki düşününce başım ağrıyordu. Ben bir tek ölüme inanıyordum.
Baharda açana çiçekler bana bir gün öleceğimi hatırlatırdı. Ne zaman bahar gelse “Neyse bu senede baharı gördüm “derdim.
Parlak yeşil çimenler, toprağın altındaki karanlığı da aklıma getirdi.
Hastalıkla bir ruha doğuştan sahiptim belki de ben.
Bir gün kız kardeşim “Annemle babam sevişiyorlar” dedi. Dünya başıma yıkıldı. Böyle ayıp bir şeyi neden yapsınlardı. Çok düşünmedim üzerinde hemen aklımdan sildim. O yaşlarım yalın gerçeklerimi uzun süre yanımda taşıyacağım yaşlarım değildi.
Babamın sesi çok güzeldi. Direksiyonun başına geçtiğinde mutlaka şarkı söylemeye başlardı. Türk sanat müziğini severdi. Sesi beni hüzünlendirirdi. O zaman henüz aşkı tanımıyordum. Sevgilinin terk ediş acını tatmamıştım. Özlemeyi bilmiyordum. Ama babamın hüzünlü sesinde aşık olur, aşk acısı çekerdim. Sevgilim terk ederdi, ayrılık acısı çekerdim. Ayrılık ölümden beter olurdu.
Annem kızgın olduğu zaman şarkı söylerdi. Onun şarkıları içimi acıtırdı. Onun şarkılarından hoşlanmazdım. Mutsuzluğundan hoşlanmadığım gibi. Babam neşelenince şarkı söylerdi.
Onun öfkesi de saman alevi gibiydi. Ne zaman neye kızdığını anlamazdım. Birden kızar bizi odamıza yollardı. Biz odamızda küskün, hatamızı anlamaya çalışırken, kapıdan girer özür dilerdi.
Babam ve ben küstüğümüzde, bir yanımız eksilir. Eksik yanımızla uzun süre yaşayamayız biz. Sevdiklerimizden hiçbir yanımızı esirgemeyenlerden, kollamayandanız.
Babam anneme şakalar yapardı, biz gülerdik. Annem babamı azarlardı, biz küserdik.
Çocuklar ev hallerinin aynası oluyormuş.

Zuhal Ozden