11 Nisan 2010 Pazar

Katliam

İçime sindirerek, zamana yayıp, keyifle okuduğum “Sahilde Kafka” romanında Haruki Murakami yaşamımın bu dönemlerinde kendimde sorguladığım bir sürü anlam kargaşasına son verdi. Onun paragraflarında bildiklerimi, gözden kaçırdıklarımı yeniden zihnimde, bedenimin yaydığı enerjide kanırtıp, kendimle yoğurup, katıştırıp, harmanlayıp; dönüştürdüm. Dönüştüm.

Sevdiğim insanların ölümüne şahit oldukça, yaşlandığımı hissettim. Onların ölüm şekilleri bana, yaşadığımız gibi öldüğümüzü düşündürdü. Ölüm şeklimiz hayatımızın bir özetiydi. Tanrıdan her gün dilendiğim merhametin yanına yeni dualar ekledim. Ölmeden önce bana “yaşadığım hayatın anlamını bilme gücünü bahşetmesi için” yalvarıyorum şimdi. “Ölümüne beş kala bunu anlayanlardan olmayayım tanrım” diye dua ediyorum.

H. Murakami romanında elli iki yılının büyük bir bölümünü gölgesi silik, dünyasında insanlardan uzak yaşamasına rağmen, tüm hayatı kedilerle konuşarak, onlardan öğrenen Nakata’nın ölümünü anlatırken, ben de kendi bildiklerimi düzgün kelimelerle ifade eden birini bulmaktan hoşnut; hayatta olduğuma, elimde ki kitaba şükrediyorum.

“Nakata o derin uykusunun arasında, herhalde aklına hiç bir şey getirmeden, sakince ölüvermişti. Ölmüş haldeki yüzü de sakin, pişmanlık içermeyen, tereddütsüz, sıkıntı çekmediği anlaşılan bir yüzdü. “benim tanıdığım Nakata bu işte “dedi genç adam kendi kendine. Nakata’nın yaşamı neydi, nasıl bir anlamı vardı bilemiyordu. Fakat iş oraya gelince, kimin yaşamında öylesine belirgin bir anlam vardı ki? “insan için gerçekten önemli olan, gerçekten ağırlığı olan şey, herhalde ölüm şeklidir” diye geçirdi aklından genç adam. Ölüm şekliyle karşılaştırıldığında, yaşam tarzı o kadar da önemli olmayabilirdi. Dahası bir insanın ölüm şeklini belirleyen, o insanın yaşam şekli olmalıydı.”

İstanbul film festivali’nde bu sene 200 film gösteriliyor. Bu filmleri iyi ya da kötü filmler olarak eleştirmek bence haksızlık. Bunları bazı sitelerde ya da basın kuruluşlarının sinema eklerinde puanlamalar yaparak derecelendirmişler. Oysa emek harcanan, duyguyu, düşünceyi anlatmaya çalışan her eyleme saygı duyup kulak kabartmak gerekir. Ondan daha iyisini yapamadığın sürece de ağız dolusu berbat, sıfır puan demek bence kimsenin haddine düşmez.

Festivalde Mayınlı Bölge diye ayrılan bölümde “Katliam” adında bir film var. Nuri Bilge Ceylan 2009 Cannes Film Festival’inin iyi filmi olduğuna şahitlik ediyor. Yönetmen Brillante Mendoza Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen seçilmiş. 2009 senesi Sitges En iyi Yönetmen, En İyi Film Müziği seçilmiş “Katliam.” Kesinlikle hak ediyor ödüllerini de.

Filmin başında 20’li yaşlarda polis akademisinde okuyan bir çocuğu tanıyoruz önce. İlk kare onun karısı ve çocuğu ile açılıyor. Sıcak, sıradan, sevimli bir aile. Yaşadıkları mahallenin sefaleti, sokak satıcıları, horoz dövüşçüsünün horozunu dövüşe hazırlarken beri yanda satırla kesilen tüyleri yolunmuş başka bir horozun cansız bedeni. Sanki sahibinin elinde arenaya çıkacak olan horoz yan taraftaki sonuna bakıyor çaktırmadan. Balkonlardan sarkan çamaşırlar, toplu evlilik töreni. Törende ki hamile, yaşlı gelinler… hepsi bize Filipinlilerin gündelik hayatlarından kısa özetler veriyor. Minibüste çalan müziklerin duygusal çevirisi ile gördüğümüz sahnelerin tezatlığı ezberimizi bozuyor.

Genç sevimli öğrencinin, sıradan hayatının bir de karanlık yanı olduğunu, gece olduğu zaman anlıyoruz. Bir striptiz bardan Madonno adlı kadını alıp bir minibüsün içersinde meçhul bir gece yolculuğuna çıkıyoruz. Yönetmen bizi o genç çocuk ve ailesi ile kaynaştırdıktan sonra onun gözünden biz de, o minibüsün içinde karalık, bilmediğimiz yollarda kendi yolcuğumuza çıkıyoruz. Kulağımızda ki müziğinde katkısıyla, dozunda bir gerginliğin sonunda; ıssız bir evde yarı karanlık, bir bilinmezliğin, gerginliğin içinde buluyoruz kendimizi.
Sonra insanlığın en çirkin yanı, en yalın haliyle ortaya çıkıyor. Bizim insan olan yanımız olan o çocuk, o umudumuz, gözlerimiz ona kitli bu katliama bir son vermesi umuduyla; yerlerimize çakılı bekliyoruz. Umudumuz hayal kırıklığı, şaşkınlık ile son buluyor.

İnsanın en gizli yerinde saklı, çirkin yanlarının sonuçlarını her sabah gazetelerde, televizyonda görüp, okuyup, artık kısa bir üzüntü halinden sonra uyuşuklukla olağan karşıladığımız, vahşi yanlarımızın bu filmde yalın, mercek altında seyirciye gösterilmesi, seyredilmesi insana ne kazandırıyor bilemiyorum.

Benim jenerik akmaya başladığında önce güzel bir küfür döküldü ağzımdan. Tansiyonum çıktığı, kaslarım gerildiği için boynumun ağrımasına, beni filme getiren ayaklarıma küfrettim. Ama filmin ilk karesinde söylediğim “bu film çok güzel” duygusundan da geri adım atmadım. Böyle bir girdaba düşmekten şaşkın bir insanın parçalara ayrılıp sokaklara serpilişi görmekten dumura uğramış hayatın içine yine aktım.

Hayat her zaman ki gibi dışarıda devam ediyordu. Seyircilerin arasında dayamayıp çıkanlar oldu. Bazıları tecavüz sahnesinde çıktılar. Onlardan biri arkadaşımdı. Bize “seyircilerin arasında en çok erkekler dehşetle seyrediyordu” dedi. Korkmuşlardı belki, ama kadınlar parçalanan, hakarete uğrayan, o kadında kendilerinden hangi parçayı gördüler bilemem.

Ben o kadının bedenine dokunup, ona her hakaret edişlerinde sanki bedenimde bir kapak açıldı. Bir gözenek daha. Parçalandım. Ufalanıp yerlere saçıldım. Şahit olduğum gerçeklik yaralar açtı ben de. Utandım bildiklerimden, şahit edildiklerimden. Ama hepsi gerçekti ve zihnim diyordu ki bunlar dünyanın her yerinde sık aralıklarla oluyor.

Tanrı herkese yaşadığı gibi ölmeyi, hayırlı bir ömür yaşamayı nasip etsin.

Zuhal Ozden
09 Nisan 2010

6 Nisan 2010 Salı

Bedenimde Güller Açtı

Güzellik kavramı, zamana, insanların inançlarına, içinde bulundukları ruh haline göre şekil değiştirir. Bazen güzel/çirkine, çirkin/güzele dönüşür. Bir zamanlar tüylü kraliçelerin hüküm sürdüğü bahçelerde, gün gelir tüylübacaklı feministler diye alay edilen kadınlar dolaşır. Her şeyin değişim geçirmesinin doğal olduğu evrende, sonuç değil sebeplerdir; nesneyi anlamlı kılan.

Bir fotoğraf var hafızamda, çocukluğumdan bugüne taşıdığım. Siyah kısa saçları, esmer kalın derisi, çatık kaşlarıyla, hala cinsiyetinden pek emin olamadığım, genç bir kadın yüzü. Bir genç kız olması gerek. Bana elif cüzü öğreten asık suratlı, belki de hüzünlü, yalnız... Ömründe hiç sevişmemiş. Bakir insanların yüzlerindeki o donuk, ışıltısız ifade ne zaman yerleşiverir yüzlerine? O çocuk halimle bilmezdim oysa.
Dudaklarının üzerinde, saçları kadar koyu bıyıkları olan kadınerkek halinden çok, bir başınalığı, o katılığının ardındaki, imdat çığlığı ürkütürdü beni. En çok balkonda çalıştığımız zamanlarda, derse aklımı vermem bu yüzdendi. Çığlık havada yayılır bana en son çarpardı.

Belki de o yüzden, geçmişten gelen çocuk aklım, bu fotoğrafta karışır.

Her bir bacağındaki tüyün başında, bir meleğin nöbetçi dikildiğini, başka bir kadından öğrendim. O yüzden dokunmazdı hiçbir tüyüne. Bizler çığlık çığlığa tavandan toplarken ağda yumaklarımızı, o bizi, birer günahtohumu gibi nefretle izlerdi.

Aldırmazdık elbet! Biz neşeli, hayat dolu genç kızlardık.

O tanrısına sığınan, insanlardan her bir zerresini, meleklerle koruyandı.

Belki de kendi bedenini tanımak gerek. Ne istediğini bilmek.

Sonra bıyıklımı olmak istiyorsun, yoksa onlardan tamamen kurtulmak, karar vermek.

Beden ile ruhun birbirini tanıyıp anlaştığı, kaynaştığı, bir an olmalı.

İnsanın bedeninde tüylerin yerine, güllerin tomurcuklandığı, patlayıverdiği an. Kırmızı konturların çekildiği, pürüzsüz kırmızının doldurduğu haller. Yeşil yaprakları olmalı minik dokunduğunda dikenlerini hissedeceğin. Baktığında kokusu duyulmalı. Her bir tomurcuk ötekinin açacağı, umudunu taşımalı görenlere.

Kendine yetmeyi, kendinden vazgeçmeyi keşfetmeli insan.

Birileri için değil! Hiç kimse için, var olmak; hiç kimse olmak için, tüy dökmeli belki de.

Zuhal Özden
İst.,05.Mart 2010