19 Kasım 2011 Cumartesi

Altı Kadın Hikayesi

Bu ülkede insanın içini burkan, anıra anıra ağlayacak o kadar çok şey var ki.
Bunun sebebi çaresizlik, sisteme çarptıkça kafanı gözünü yararsın, canın yanar, öfkeli kelimeler çıkar ağzından ağlarsın.
Sistem dediysem, okuyan ülkeyle sınırlamasın ya da yaşadığı yeri büyük sanmasın, dünyadaki en kocaman sistemden bahsediyorum.
Kendi kimliğinizle, öteki olacağınız bir yere gidin, on beş gün yaşayın, tırım tırım dağ ararsınız çıkmak için, en azından ben öyle yapardım.
Beş tane kadın resmi karşımda, Şilan Uğur(18), Leyla İkincisoy(17), Hazine Şeker(32), Leyla Gündoğdu(26), Miyaser Marangoz(26) yaşları da parantez içinde bir gazete haberinde olmasında gerektiği gibi. Bu kadınların bir de kod isimleri var, bilmediğim konuya bulaşmayacağım, şayet Kürtçe bilseydim, kendileri mi kod isim alırlar yoksa birileri mi verir o konuda da bir bilgim olsaydı, söyleyecek sözüm olurdu.
Ben yüzlerine bakıyorum, bir otobüste karşılaşmışız, ya da ben bir kafeteryada oturuyorum, onlar da karşımdaki masada oturmuş konuşuyorlar.
Hayal elbet, onlar öldü.
Teker teker inceliyorum hepsini, huyum bu gözüme çarpan insanların hayatları hakkında fikir yürütmeye çalışırım, kafeteryadan çıkıp nereye gider, kimdir, annesi nasıl biri, nasıl bir evde yaşar, özelliklerini, kişiliğini tahlil etmeye çalışırım.
Bu kadınlar oturmuş, hiç bilmediğim bir dil de değil de, benim anlayabileceğim bir dil de kaçış planı, ya da dağa çıkma planı yapsalar yan masada, neden diye sorarım, neden?
Burada çaylarını içip, sıcak yataklarında uyumak varken neden, sıcacık bir yatak, hatta yanında seni anlayan kocaman bir omuz, bırak o çok fazla hayal oldu, konuşabileceğin, sesine yankı veren bir sesle yetinip, okuluna, işine gitmek varken, hatta çocuk doğurmayı onu kucağına alıp ensesini koklamak varken, neden en sıradan yaşama şeklinden vazgeçip, öfkeli adamların arasına karışmak istiyorsunuz .

Sadece kendiniz, bir başınıza, kızgın adamların arasında yaşamaktan korkmuyor musunuz?
Ben geceleri onca ışığın, binanın, kalabalığın arasında evime koşuyorum güvenli bulduğum bir kutunun içinde.
Gözlerimle, konuşkan beden dilimle sorardım. Oturduğum koltukta bin şekle girerdim.
Sadece kadınım, uyuma yolum, şeklim farklı, şimdilik, bir deprem olsa yaşadığım şehirde, ölmez de sağ kalsam, güvende hissettiğim, sevdiklerim yok olsa.
Tek başıma tıpkı ilk depremde olduğu gibi bir tenis kortunun beton zemininde, bulduğum bir taşı yastık yapacağım başıma, beni hayata bağlayan kimse olmadığı içinde her gece ölmeye yatacağım.
Kimse elini sokup benim içime, vicdanımla oynamasın, yaşamın içinde böyle bir kural yok.
Birini anlamak mı istiyorsun, ya da bu kadınları, kendine dönersin, erkek misin etrafına bakarsın, karına, kızlarına, onların yüzlerine, sonra düşünürsün.
Benim evimden biri alıp başını gitse bilinmeze, karım dağa çıksa ne olur arkadaş.
Kızıma işkence etseler, gazdan zehirlenip ölse; sıcak yatağında uyumaktan vazgeçip, on sekiz yaşındaki kızım çekip gitse, benim hazırladığım kahvaltılardan vazgeçse, yemeklerimi soframda yemek yerine, kuru bir ekmeği tercih etse, aç kalmayı göze alsa, yaşamak yerine, ölümün peşine takılmayı tercih etse adam olarak kendime sormaz mıyım ben, neler oluyor?
Ben nerede hata yaptım, biz nerede hata yaptık?
Beş kadın, beş kadın hikayesi, kimse kimsenin vicdanına, aklına bulaşmasın.
Herkes şapkasını eline alsın, kendine değeni düşünsün. Kapansın bir odaya düşünsün.
Nerede hata yaptık. Biz nerede hata yaptık. Biz nerede hata yaptık.
Kendinizde hesaplaşmadan da çıkmayın odalarınızdan, sokaklarda dolaşmayın, bakmayın aynaya falan.
Gördüğünüz hayal siz gerçek değilsiniz, en derinden gelen cevap sizi gerçek yapana kadar.
Zuhal Özden

28 Ekim 2011 Cuma

Bu da Benim Akıl Tutulmam

“Her şeyi devletten beklememek gerekiyormuş,” adamın teki kaykılmış anlatıyor televizyonda, e peki devleti dokunulmaz yapıp bir yere oturtan kim? Onun bir canlı bir organizma olduğunu biz biliyoruz, insanlardan oluşuyor. Hastalıklı yanı da, iyi yanı da var normal olarak. O organizmanın içinden biri “Deprem vergisi” adı altında toplanan vergilerin nereye gittiğini açıkladı. Eğitime gitmiş, çiftçiye gitmiş, yol, su, elektrik olarak bize dönmüş yani .
E güzel kardeşim bari adı üzerinde bir kısmı da adı hatırına doğru yere ay pardon deprem için harcansaydı değil mi?
“Önce halk organize olmalıymış sonra devlette elbet yardıma gelirmiş” adam konuşuyor, güzel söylüyor, Japonya da olsak, ya da New York Televizyonunda süper hatta abes bir konuşma olurdu, bu ne diyor böyle derlerdi. Biz entelektüel, oranın köylüsü!
Ona da kabul bazen salak ayağına yatmak lazım, bu sabırlı olmanın başka bir formülü, akıl sağlığı için gerekli, tamam zaten evler yıkılmasa -tüm kamu binaları yıkılmış bu arada- kendi düzenleri içerisinde bu insanlar kendi iç dinamiklerini işletip mutlaka başlarının çaresine bakarlar, devletten önce onların yaşama güdüleri var çünkü bir yerleşik hayatları kendi iç düzenleri, yaşadıkları çevreyle kurdukları bir bağ, barışıklık, bir uyumları var mutlaka. Çarpıklıkların üzerinde mutlaka insanca, içlerinden gelen yaşama güdüsüyle bir kırılma yaratıp mutlaka bir denge kurmuşlardır.
Burada ortaya ben devletim senin koruyucunum, seni eğiteceğim, bunun ücreti de şu kadar diye çıkan biri varsa o zaman normal olarak safça soruyor insan e hadi buyrun.
Herkesten önce yeter artık bu felaketlere bir son vermek lazım, bundan sonra tüm binaları biz yapacağız falan gibi siyasi söylemlerde yapamazsın aslında. Bu samimiyetsiz geliyor kulağa. Önceki deprem olalı şurada kaç sene oldu ki. Bir önceki depremden sonra sen bu vergileri zorunlu yapmadın mı, bu demektir ki deprem faktörü ortadan kalkmamış ve sen bu konuyu hep gündeminde tutacaksın.
Böyle anlamak gerekmiyor mu?
Bizim hep gündemimizdeymiş, hem hafızamızda hem de cebimizde, sonra o kadar sıradanlaşmış ki unutmuşuz bile. Nerede şimdi bizim bu zamana kadar harcadığımız performansın karşılığı.

Bizim kimsenin vereceği akla ihtiyacımız yok, tanrı herkese akıl verdi.
Bu aklı tanrı verdi, hepimiz eşitiz tanrının gözünde ve devlet içimizden insanların oluşturduğu canlı bir organizma.
O dokunulmaz bir kavram değil.

Zuhal Özden

25 Ekim 2011 Salı

Üç Kulhu Bir Elham

Üç Kulhu Bir Elham

Ölümü bir yaz günü tanıdım, küçük bir kızdım. Arkadaşım akşam üzeri çimenleri çıplak ayakla sularken, çimenlere sızan kaçak elektriğe yakalanıp ölmüştü.
Bir umut hastaneye götürmüşlerdi, ölmez sanıyorduk. Şaka gibiydi. Gündüz bize uğramış, kayan bir yıldız gördüğünü, dilek tuttuğunu söylemişti. Bir dileği, rüyasında görmek istediği bir arzusu vardı. Gülmüştük. Merak ediyorduk, söz vermişti dileği gerçek olursa bize de söyleyecekti.
Gece yarısı hastaneden gelen haberi beklerken kapımızın önünde duran arabanın içinden hışımla ortak arkadaşımız inmiş, soran gözlerimize öfkeyle bakmış, dinimize, kitabımıza küfretmişti. Öldüğünü anlamıştık. Onun adına korkmuş ama içimden rahatlamıştım, devam etmesini dilemiştim. Bu haksızlıktı. Öyle aniden haber vermeden ölüm gelmiş bizi bulmuştu. Hepimiz bir tarafa kaçışmıştık. Ağlayanlar, telaşla konuşup ne yapmamız konusunda fikir yürütenler vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Birimizin babası, o da sırası geldiğinde öldü –Allah rahmet eylesin- sadece dua edin demişti. Hangi duayı biliyorsanız okuyun. Başka yapacak bir şey yok.
Yollara düşmüş, herkes kendi bildiği şaşkın ağıdını yakarak evlerine gitmiştik.
Annesi tek kızına sarılmış, evinin boş bir odasında sessizce kocaman mavi gözyaşları akıtıyordu. Onun bedeninden yayılan, gözlerinden akan acının karşısında susmaktan başka çare yoktu.
Susmanın ve dua etmenin yerini gördüğüm andı, öğrendim.
Bize dua etmemizi söyleyen yaşlı adam öldüğünde, onun cenazesine katılmış, oğluna acısını paylaştığımı varlığımla göstermek istemiştim. Susmuş, tıpkı babasının dediği gibi dua etmiştim.
Büyümüştük.
Ben hep, başın sağ olsun, Allah geri de kalanlara hayırlı ömür versin, onun ömrünü size bağışlasın gibi sözlerin çok saçma olduğunu düşündüm. İstemem sevdiğimin kalan ömrünü, başkasının da isteyeceğini düşünmem.
Hala büyümeye devam ediyorum. Acının olduğu yerde susmayı, ölümün geldiği yerde dua etmeyi öğrendim.

Zuhal Özden

24 Ekim 2011 Pazartesi

Deli Saçması

Arkadaşımla kavga ederken ona tehditler savurmuştum, daha küçük olduğum zamanlardı, öfkem aklımı yönetirdi, her yanımı teslim alırdı. O sakin olabilir demişti, herkesin kumaşı farklı. Birden sönüvermiştim, kumaşım büzüşmüştü.
Azıcıkta olsa kontrol etmeyi öğrendim öfkemi, yayıyorum artık zihnimin her bir yanına oradan salıyorum bedenime en yumuşağından, sakince. O zaman aklım serbest kalıyor, yeniden normal insan moduna geçip, kaliteli bir kumaş kıvamına girebiliyorum.
Bugünlerde beni tetikleyen toza bulanmamı, kendimi yerden yere atmama neden olacak o kadar çok şey oluyor ki. Kaçıyorum. Seyretmekten, konuşmaktan, okumaktan, kelimelere dökmekten kaçıyorum.
Dünyanın ateşten bir top olduğu zamana dönüp oradan durduğum yere bakmak ihtiyacı hissediyorum.Bir problemle karşılaştığımda nerede hata yaptığımı bulmak için en başa dönmek, benim düşünme şeklim.
Durduğum yerden geriye gidince nerede bir deformasyon oldu da biz böyle mutasyona uğradık diye düşünmeden edemiyorum.
Tanrının yüzünden belki de. O ayırdı önce bizi kategorilere, bize farklı diller verdi. Renklerimiz farklı oldu. Birimizin burnu uzun, diğerinin yamuk olunca, birimiz geri zekalı, biri ileri zekaya sahip, körü, topalı, kıvırcık saçlısı, rastaya meraklısı.
Zamanla gerilemek yerine akılları geliştikçe gücün, öğrenmenin şehvetine kapıldıkça insan başka bir şeye dönüştürdü kendini. Dünya da insanın yozlaştığı tarih o kadar eski değil aslında. Kötülüğün tohumlarının meyvelerini daha yeni yiyor insanlar.
Hazreti Musa sormuş, Tanrım demiş insanları yaratmadan önce ne yapardın. Sizden önce kaç Adem devri daha geldi ve geçti bilsen.
Biz ne ilkiz ne de son olacağız anlaşılan.
Yazım karışık, aklım da karışık zaten. İnsanlara kızgınım. Hiç ölmeyeceklerini sanan geri zekalı mahluklara kızgınım. Ölümün yanındakine uğrayıp onu fark etmeyeceğini sanan salaklar, yaşadıklarını sananlar. Soyları sopları, var olma nedenleri nedendir bilmem.
Allahtan gelenler elbette sorgulanmaz. Ben bu günlerde onların benim gibi insanların sabrını, insanlığını sorgulamak için konuşan garabetler olduklarını düşünüyorum. Günahım varsa, muhatabım tanrıdır, cevabımı ona veririm.
Bir yazı okudum. Orada yazar “Ben aşk çocuğum” diyordu. Okurken düşündüm acaba annemin rahmine mutlu mu koşmuştum, yoksa ayaklarım geri geri mi gitmişti.
Kimileri nefret, kimileri tecavüz, kimileri farkında olmadan düşüverirler annelerinin rahmine. Ölmelerine yakın sorguları başlar, bu doğanın kanunu, hesaplaşmamız kaybettiklerimiz çoğaldıkça başlar.
Allah akıl fikir versin ne diyim. Akıl var mantık var diye bir ders varmış ben yeni öğrendim. Düşünme şeklini öğretiyormuş insana. Kayıt yaptırın gidin. Olmadı önce böyle bir dersin varlığını sindirin. Bugün başladı.
Zuhal Özden

18 Ekim 2011 Salı

Serseri Ruh

Onlar benim henüz bir ölü olduğumu bilmiyorlar. Annem işte olduğumu sanıyor büyük ihtimal. Ahmak sevgilim ona küs olduğum için telefonlarına bakmadığımı düşünüyor. Ayrıldığımız için mutsuz, kendime kapandığımı hatta naz yaptığımı sanıyor olmalı. Arkadaşlarım sessizce tatile gittiğimi düşünüyordur.

İşten ayrılıp geri dönmemek üzere gitmeyi düşündüğüm tatil.

Oysa iki gündür yatağımda uyanmadan yatmaktayım.

Tenim küf rengine çalar oldu bu sabah. Kendimi seyrediyorum. Kapılardan geçip apartmanda dolaşıyorum. Sokak kedilerini korkutmaya çalışıyorum geceleri, olmuyor.

Kapımın açık olduğunu henüz kimse fark etmedi.

Evime giren hırsız ardına bakmadan, kapıyı kapatmadan gittiği andan beri burada cansız benimle baş başa bekliyoruz. Birilerinin beni bulmasını bekliyoruz.

Gece yarısı odamda dolaşan yabancının elleri boğazımı sıktığında, nefesimi tutup onun gözlerine bakmak istedim. Sadece kocaman bir karaltı gördüm. Canım yanmasa, zihnimin bana oyunu sanabilirdim. Nefes almama izin vermedi. Karanlıktı, ağırdı. Boğazımı neden sıktı bilmiyorum. Onu göremedim, hırsız olmalı, neyin hırsındaydı bilmiyorum. Ölmemi neden istedi.

Eşyadan çok böceğin olduğu bu ev yüzünden kızmıştı belki de.

Biraz gürültü yapabilsem, telefonum da çalmıyor artık. Çantamın içinde hala, sahi onu neden almamış. Ben bile beğenmiyorum, zevklerimiz aynıymış.

Sokağa çıkamıyorum. Gidip birilerinin ensesin de patlamak geliyor içimden, kediler görüyor beni, konuşuyoruz, birilerine haber verin diyorum. Gülüyorlar.

Çöpleri karıştırıyorlar, yediklerim geliyor aklıma, karnım acıkmıyor.

Karşı dairede oturan yaşlı çiftin mutfaklarında dolandım bugün. Kadın hiç umursamadı. Adam cin, iş dönüşlerimde pencerede biterdi, inadına bakardım belki utanır diye, gülümserdi.

Etraflarında dolanırken huzursuz oldu. İki gündür tansiyonu hep düşüyormuş. İçinde garip bir his varmış. Sanki boğazında bir ip, yerlerde sürüklüyorlarmış onu. O da mı ölecek ne, çabuk ölse, hemen gitmez belki, konuşuruz.

Canım sıkılıyor.

Ne zaman almaya gelecekler beni, hani ışık vardı, birileri sürükleyip götürseydi bari. Hiç bir şey olmuyor, öyle serseri bir ruh gibi dolaşacak mıyım bu apartmanın içinde.

Odaya giremiyorum. Yatağımı toplayayım, şu renksiz bedenime çeki düzen vereyim diyorum olmuyor. Bütün daireleri gezdim. Yüzüm mor, çok çirkin, kokuyorum. Ama gerisi gelmiyor. Üzerimde bir örtü olsun istiyorum. Açık mı bilmiyorum.

Nereye bakmak istersem orayı görüyorum, dayanamadıklarım da var.

Kedilere bulaşmayacağım bu akşam, gidip üst kattaki çocukları korkutacağım. Onlar en güzel uykularımı bölüyorlardı. Misketleri hareket ettirmeyi deneyeceğim.
Bakalım misketler, yataklarının altından akmaya başlayınca ne yapacaklar.

Ben bu adamı tanıyorum, sokaktan kaçıncı geçişi bunun. Kediler de sevmedi. Tuhaf biri, sürekli pencereye bakıyor. Güya çaktırmıyor salak. Bu bizim servis şoförü. Burada mı oturuyormuş.

Hey bu tarafa baksana, işe neden gitmemiş bu. Hangi gündeyiz acaba? Kovuldu belki de. İzinlidir. Hatırlamıyorum. Hep bu adam mı alıyordu bizi? Off Hatırlayamıyorum.

İş yerinde olduğum saatler evin bu halini merak ederdim. Sokağı seyredip kahvaltı etmeyi, canımın istediği saatte pijamalarımı çıkarmayı, hiç cazip değilmiş. Çok sessiz. Bu sokaktan kimse geçmiyor. Dolap boş. Televizyonu da açamıyorum.

Gidip şu üst kattaki kadın neden ağlıyor ona bakmalıyım. Hep mutlu görünüyordu. Her akşam elinde alış veriş torbaları, küçük kızıyla konuşa konuşa çıkıyorlardı merdivenleri. İdolümdü o benim. Derdi neymiş ki.

Böyle düşündüğün yerde olmak harika, bir de sınırlarım olmasa.

Bu kadına ne olmuş böyle. Vay be evi de güzelmiş. Koltuğa bak, burada yatıp ne güzel televizyon seyredilir. Neler yapılmaz ki. Ben bu halıyı almak için beş sene aynı giysileri giyerdim ya, hale bak. Güzel mutfak. Burada yemek yapmak zevkli olurdu. Manzara buradan daha güzelmiş. Her yere tepeden bakıyorsun, kuşun bakışıyla, güzel pencere. Bu kadınla neden arkadaş olmadım ki pencerenin önünde kahve içip sohbet etmek zevkli olurdu.

Benim hırsız gerçekten acemiymiş, bu evi neden ıskalamış ki, kadını uyarmam gerek belki de. Güzel kadın. Ya sıra ondaysa, farkımda bile değil ne yapabilirim ki.
Dayak mı yemiş bu. Gözü morarmış. Kollarını neden öyle tutuyor. Ayna da ne göreceğini zannediyor acaba. Kızım bir kaldırsana kafanı. Saçlarını bir kaldır hele. Ne dersem yapıyor vay be. Beynine mi girdim ne. Ne oldu sana? Kocan mı dövdü seni. Küçük kız nerede. Hey çığlık atma. Deli mi ne!!! Korktu bu. Çocuğunu uyandıracaksın. Kafayı yedin sanacak. Sakinleş, gidiyorum ben ya. Bir de senle uğraşamam.

Yüzümden kurtlar çıkmaya başlayacak. Bu apartmanda herkes kendi derdine düşmüş. Şu kapının açık olduğunu birine fark ettirmem lazım.

Umudum yaşlı adam, kesin benim yokluğumu fark edecek. İşten gelmediğimi anlayınca, kapıma bakacak, bunu hissediyorum.

Bak işte açtı kapısını, boynundaki ipi sürükleyerek geliyor işte, ürkek ama anladı kapının aralık olduğunu, hissetti.

Hadi be amcam it şu kapıyı, korkma, artık sana bir şey yapamam, kokum burnunun direğini kıracak sadece, başın dönecek azıcık, midene kramplar girecek, korkunla yüzleşeceksin, ama senin karın var, sen yalnız ölmeyeceksin. Genç birini bulmak nasip oldu sana, kaderinin üzerine yürü, kurtar beni ortalık yerde çürümekten. Haydi tiradım ayaklarına güç versin.

Yanında yürüdüğümü bilse ne yapardı acaba. Ona yürümeği öğreten annesi gibi davrandığımı bilse, son adımlarının şahidi olurdum kesin.

Kocasını merak etti yaşlı teyzem, peşine düşüp daireme giriyor, amcamın korkudan nefesi kesik, sesi çıkmıyor, başımda öyle dikiliyor. Nereye bakacağını şaşırdı. Bu odayı çok kere hayal etmişti ama böyle değil. Kovaladığı değil kaçtığı ölümü düşünüyor kesin, dizlerini ağrıtan, boynundan çeken.

Karşı komşularım ve ben hazırolda bekliyoruz ölümüm karşısında, ben gitmek için hazırım, onlara saygım sonsuz.

Zuhal Özden

14 Ekim 2011 Cuma

Garip Bir Merak İşte

Yaşadığım şehrinden kalkıp Diyarbakır, Mardin, Van’a gidemiyorum.

Daraldım bu şehirde, Margusyan’ın Gavur Mahallesi’nde okuduklarımı, hissettirdiklerini, yakalamaya gideceğim arkadaş, diyemiyorum ben.

Bir ebe arayacağım oralarda, çeşme başında neşeli kızlar vardır belki sohbet ederiz, kızgın yağda gözleri benim sabah haberlerini okuduğum gibi açılan hamurlardan yerim belki.

Evinde huzur yakaladığım o ailelerden birinin, sedirine ilişirim azıcık.

Tavanı seyretmekten sıkıldım, damda uyumayı merak ediyorum. Toprak damda yıldızların altında uyuyorum. Üzerine çiğ düşüyor sabahları, sonra kuruyor kemiklerin, güneşe serilmiş sebzeler gibi. Her sokağın ucu denize çıkıyormuş sanıyor gözlerin. Benim şehrimde yer gök mavi. O yüzden yanılsamaların hayali bile hoşuma gidiyor.
Bunların hepsi hikaye, gidemem, korkuyorum.

Arkadaşım geçen gün bayramda gideceği GAP gezisini iptal etti. Kızım manyak mısın ne işin orada, diyen ilk bendim. Ne alakası var oralarda bir şey yok dedi önce sonra iptal ettiler cümleten arkadaşlarıyla birlikte. Kıskancımdır belki ya neyse geçelim.

Uzun zamandır Nemrut Dağı’na çıkılmıyor olmalı. Ben duymadım. Heykellerin yere indirileceği hakkında bir haber okumuştum ne kadar doğru bilmem. Doksanlarda minibüsler aksamaya başlamıştı zaten, düzenli çalışmıyorlardı.

Issız yollarda önümüzü dağdan inen teröristler kesebilir. Bizi dağa kaçırabilirler maazallah. Tipimizi beğenmezler oracıkta öldürüverirler. Bir kaza kurşununa kurban gidebiliriz. Babil filmindeki gibi.

Gerçi burada da aklına estiği her yerde polis insanları duvara yaslayıp saç tellerinden çorap içlerine kadar arıyor.

Oğlumu metrobüs girişinde aradılar geçen gün, yanlarında öyle sap gibi bekledim. Bana hanım sen niye bekliyorsun gitsene demedi kimse. Bir alakamız olduğunu anladı demek ki, diye geçirdim içimden. Tipimi beğenmiyorlar dedi oğlum. E peki aradıkları ya bendeyse.

Neyse vardır bir bildikleri.

Demek çocuk asi, ben ezik anne moddundaydık neyse bunu da geçelim.

Biricik olan yanım alınganlık gösteriyor işte.

Ben seyahat etme güvencemi kimden almalıyım, sınırlarımı nasıl bileceğim.

Kumar oynamayı bilmem ki hala öğrenemedim.

Neden bir şehirden ötekine kolaylıkla gidemiyorum.

Arkeologum ben, öğrencilik yıllarımda portakal sandığında uyumak istemediğim için Harran’daki kazıya gitmeyecek kadar salaktım. Öğrenciliğin şanındandır salaklık. Giden arkadaşım sarılık olmuştu. Bir ay hastanede tecrit altında kalmıştı. O zaman da korkaktım. Zaten bin dokuz yüz seksenlerde üniversiteye girip korkamamak için sağlam bir alt yapı gerekiyordu o zamanlar.

Mezun olunca turizm acentesinde işe başlamıştım. Özel gruplarımız vardı, çok nadir kültür turları yapardık. Merak salmıştım ören yerlerine kapalı turlar düzenlemeye, sadece neden derdim düzenlenmez ki bu turlar, öyle içimden sessizce.

Yollar bir açılır bir kapanırdı.

İnsan bilmediği, görmediği yerler hakkında sesini gür çıkaramıyor elbet, hele işin turizm olursa.

Kapalı grupları ören yerlerine, höyüklere götüremiyorlar hala.

Geçmişinin izlerini ne kadar takip ettiyse, o kadar hayal eden, oralarda gezmek, dokunmak isteyen bir sürü insan olduğuna eminim.

Neden önce rüzgara teslim ediliyor medeniyet, yok olsun diye.

Teslimiyet huzur demektir ama kime teslim oluyoruz biz.

Çocuklar askerlik çağına geldiğinde nefesleri mi tıkanmalı annelerin.

Bağdat caddesine göndermek yerine, oğlum otur haberleri seyret, gazete oku, tarih derslerine iyi çalış, sana askerde maneviyat kazandırır mı demeli.

Doğuda yaşayan anne çocuğunu cam bir fanusta mı beslesin öfkeden esirgemek için. Kapısı çaldığında -her evde güvenlik görevlisi yoktur her halde haber vermiyordur kimin geldiğini-nasıl karar verecek, kapıyı açıp açmamaya, kimin geldiğini nasıl anlayacak.

Öfkesini nasıl kontrol edecek, dönüştürecek.

Neden kadın doğum ve ölümün arasına sıkışsın kalsın.

Kaçmak istediğinde ona ölüm kalsın.

Çocuk ev hallerinin aynasıdır. Elindeki taşı nasıl alacak. Çocuk anlamaz mı annesinin yüreğinin taşlaşmak zorunda kaldığını.

Yaşadığınızın çevrenin enerjisi sizin yataktan kalkma şeklinizi belirler, düşüncelerinizi etkiler..

Öğretmen arkadaşım anlatmıştı. Sınıflarda çocuklar bizim gazetede okuduğumuz haberlerin birer canlı tanığı olarak önce günlük olayların onlara değen yanını değerlendirir sonra derse başlarmış. Hep bir adım da öğretmenlerinden öndeymişler. Çünkü onlar henüz kirlenmemiş, saf akıllar.

Gençlerse öfkeli, yaşlılar yaşadıklarının tecrübelerinden nasiplerini almış sakin.

Bir de arafta kalanlar var, düşenler, orada doğanlar.

Zuhal Özden

,

Başım Belada

Evimden kaçtım. Annem babamı unuttu. O adamla evlendi. Onun babamın koltuğunda oturup ayağında onun terlikleri, televizyon seyretmesine dayanamadım. Evden ayrılalı on gün oldu.

Adamın cebindeki bütün parayı çaldım. On gündür pis bir otel odasında uyuyorum. Buna uyumak denirse. Odamın kapısı kapanmıyor. Duvarda geceleri hamam böcekleri geziyor. Işıkları, resepsiyondaki adam akşam on olunca söndürüyor. Karanlıktan korktuğumu bilmezdim.

Sadece babamı sevdiğimi sanırdım. Annemi özlüyorum. Onun bana bağırmasını özledim. Bir daha oraya dönmeyeceğim. İkimize de ihanet etti annem. Babamın yorgunluktan uyuyup kaldığı koltuğunu evde hepimizden çok sevdiği şeyi ona verdi. Dokunmasına izin verdi.

Her sabah gemicilerin gittiği bir kahveye gidiyorum. Orada bana iş bulacağını söyleyen bir adam var. Benim gibi evden kaçmış. Ama annesine kızıp değil. Yaşadığı hayatı sevmiyormuş. Nefes alamıyormuş. Karısının yanında uyanmaya sesini duymaya tahammül edemiyormuş. Küçüklüğünden beri hep evden kaçarmış. Babası her seferinde döve döve eve getirirmiş. Askerde bile kaçmış tam üç kere. Onu disko denen bir yere hapsetmişler. Orada biraz kafayı sıyırmış. Hayaller görür olmuş. Arada öteki dünyaya gittiğini söyledi bana. Ona güvenmiyorum, yanımda değilmiş gibi benimle konuşurken görünmeyen birilerine anlatıyormuş gibi söylediklerini. Benim fark edemediğim biri varmış gibi hissediyorum onun yanında. Ondan biraz korkuyorum aslında. Başka kimse konuşmuyor benimle.

Gemici olmak için para lazım. Bana iş bulacak söz verdi. Bir oğlu varmış. Onu bıraktığında altı yaşındaymış. Şimdi üniversitede okuyormuş. Onu görmeye gidiyor her gün. Okulun kapısında izliyormuş onu. Çok yakışıklıymış. İyi bir insanmış. Annesine benziyormuş.

Karısı iyi kadın hiç evlenmemiş.

Güzel dikiş dikermiş. Komşuları ona yardım etmiş, kumaşlar getirmişler kadına diksin diye, karşılığında para vermiş, evinin eksiklerini gidermiş, kadının gururunu kırmadan onu mesleğe hazırlamışlar. Şimdi semtinin en iyi terzilerindenmiş.

O farkında değil ama iyi adam. Bana evine dön demiyor. Neden kaçtığımı hiç sormadı. Babamın öldüğünü öğrendiğinde gözleri doldu. Omzuma dokundu. “Başın sağ olsun oğul hoş geldin gerçek hayata” dedi. İnsan canı yandığı zaman büyürmüş. Onun oğlu altı yaşında büyümüş. Karısı yirmi altısında yaşlanmış. Hayat herkese yüzünü farklı zamanlarda, değişik gösterirmiş. Bizi hayata bağlayan ya da hayatımızı değersiz hissetmemizi sağlayan hep küçük şeylermiş.

“Bak ben oğlumun yürüyüşüne bakıp, yüzündeki gülüşe göre günümü ayarlarım, elimde değil” omuzları düşmüş, ağlamak isterken gülümsemişti. Yüzü öyle diyordu.

Çocuklar ailelerinin hatalarından uzak durur ya da daha kötüsünü yaparmış.

O babasını düşündüğünde kulağı sızlarmış, ensesinden usulca kıçına doğru yol alan bir sızısı varmış, şiddeti kuyruk sokumunda son buluyormuş. Ağrı hiç değişmemiş. Altı yaşından beri aynıymış. Tekme atmayı severmiş rahmetli babası.

Oğluna bir fiske vurmamış. Onun gibi adamlar belki ben de öleymişim, köksüz ağaçlar gibiymişiz bir yere bağlanamazmışız. Bu duygu bize doğuştan tanrı tarafından bahşedilmiş bir lanetmiş.

Hüseyin amca konuşurken okulu düşündüm. Saatlerce öğretmeni dinlemeye dayanamazdım. Kaçardım okuldan. Sevdiğim hiç arkadaşım yoktu, sanki onlar çocuk ben büyüktüm. Oyunları bana çocukça gelirdi.

Gerçek olan babamdı. O benimle oyun oynamazdı ama beni sevdiğini bilirdim. Endişelendiğinde yüzünü yana çevirir, saçlarıma dokunurdu. Neşesini gözlerime mıhlamak ister, eliyle çenemi kaldırır gözlerimizi eşitlemeden, durulmazdı.

Denizde olmak farklıymış.

Aynı geminin içinde aylarca yaşasan da rüzgar varmış, sonunu kestiremediğin ufuk çizgisi olurmuş, başını çevirdiğinde her yerde gördüğün, sonra gökyüzü, hiç dinmeyen yağmurlar, zormuş hayat ama kendinden güçlüye, görünene teslim olmak kolaymış.

Bazen de gözlerini ufka diker belirsizliğin içinde kaybolduğun hissiyle sarhoş olurmuşsun. Bu sarhoşluğun tadını alan bir daha karaya ayak basmak istemezmiş.

Benim denizlerde olmam gerek. Burada sevdiğim, özlemek istediğim hiç kimse yok. Bastığım toprağa inanmıyorum.

Zuhal Özden

Canım Evcilik Oynamak İstiyor

Hiç mi güzel bir şey yazmayacaksın benim hakkımda, dedi annem, böyle zamanlarda şımarık bir çocuk gibi dudaklarını buruştururdu. Hadi hiç mi iyi davranmadım sana.

Bana dokunmasından hoşlanmıyordum. Yüzü gülerken şefkatle iterdi, gerilirdim. Onun dokunuşlarındaydı duyguları, rol yapmayı severdi. Hayatın sahne bizim birer oyuncu olduğumuza en çok annem inanırdı. Çocukluğumuzda bilmezdim elbet onun bir oyuncu olduğunu sadece benden nefret eder sanırdım.

Yemin ediyorum derdi senin için aldım şekerim, sen seviyorsun diye. Babam inanırdı. Mutlulukla gülümserdi. Babama verdiği yemini unutur, çenemi sıkar ağzıma boca ederken hadi ama tatlım ye şunu sen seversin, bak bu son, annen sana aldı. Kusardım.

Kustuklarımı bana yedirirdi. Yere saçılmış yapışkan sümüksü dışkımı yerdim. Kaşıkla ağzıma sokarken ağlardı. Ben de ağlardım. Ağladığı zamanlar severdim annemi, adının merhamet olduğunu sonradan öğrendim. Onda gördüğüm hoşuma giderdi. Annem o anlarda güçsüzdü.

Kısa sürerdi, beni hızla kendine çekip sıkıca sarılırdı. Özür dilerim, çok özür dilerim, seni seviyorum beni affet, lütfen beni kızdırma dediğinde saçlarına kusardım, bazen omzuna. O kadar sıkardı ki parfümünün kokusu midemi bulandırdı.

Babama söylemeyeceğime söz verirdim. Bu bizim küçük sırrımız olurdu. Yemin ederdi. Bana bir daha sevmediğim hiçbir şeyi yedirmeyecekti. Sırrımız olduğu için mutlu olurdum.

Yemini bozan, babamın omzunda ilk ağlayan o olurdu. Saçlarını okşarken düşünceli görünen babam acıyarak bakardı bana. İki kadın arasında kalan ilk erkek değildi, onun saçlarını okşamayı tercih ederdi.

Kustuklarımı kimse bana yedirmiyor artık, eskiden içim bunaldıkça kusardım, şimdi kusmak istedikçe yazıyorum.

Yazdıklarımdan hoşlanmıyorlar ikisi de uzak duruyorlar. Günlüğümü okuduğu gün annem evde istemediğini söyledi beni. Görmeye tahammül edemiyormuş. Boşa giden gençliğini, kaybettiği zamanı hatırlatıyormuşum ona. Tam bunları söylemedi elbet ama bu evden gitmelisin. Biraz bizi rahat bırak tek başına yaşamayı öğren, hayatı tanı, dedi. Hep başkalarını suçlayarak hayatına yön veremezmiş ki insan. Babam her zaman ki gibi annemin arkasından benim omuzlarımdaki dökülen kepekleri saymaya çalışıyormuş gibi endişeli bir hal takındı.

Babamın yükünü hafifletmek için ayrıldım evden, kendimden başka bir dişiye tahammül edemediğim için okuldan bir çocukla aynı evi paylaşıyoruz. O da babama benziyor. Sessiz kendi halinde, fazla konuşmuyor. Eve istediğimiz arkadaşımızı getirebileceğimiz konusunda anlaşmamıza rağmen bu güne kadar yanında hiç kimseyi görmedim. Odasında girip müzik dinliyor. Sanki misafirimmiş gibi bir hali var. Bazen sinirime dokunuyor onun bu hali. Bu görünmezlik sinir bozucu. Evimdeki gürültüyü, kavga ettiğim zamanları özletiyor bana.

Annemin hallerinde yakalıyorum kendimi, sessizleşiyorum. Odama girip kapılarımı kapatıyorum.

Kendini, misafirim sanan çocuk hakkında kötü fikirlerim var, annemden miras kalan yanım git çocukluğunun intikamını geçmişteki babandan al diyor.

Ben hikayeler uydurup, oyalanıyorum.

Zuhal Özden

Kavram Kargaşası ve Utanç

Edebiyata sığınıp sakin sularda ilerliyordum. Gerçek hayatı kelimelerimle hafifletip yazıya döküyordum, formüllere ihtiyaç duymaya başladım. Soyut şeyleri somutlaştırmak istedim, bunu felsefe de yapabileceğimi düşündüm. O zaman felsefenin temel taşlarına bakayım dedim. Bilmediklerimi öğrenir, kendimde ne bildiğimi teyit eder, adını koyarım sandım. Bu kadarı yeterliydi benim için, aman tanrım ne kadar cahilmişim. Üç saatlik derslerde felsefe hakkında hiç bir şey bilmediğimi öğrendim. Sadece içimdeki kabuklar kazındı, bilme iştahım kabardı. Derhal bunalıma girdim.

Bugün dersimiz akıl ideası üzerine, tam da aklımı elime alıp evirip çevirmek istediğim kıvama denk geldi zamanlaması. Elimdeki notları okumayacağım, zaten okusam da anlayamıyorum. Belki her şey durulduktan sonra, bir adım gerisine çıktığımda ben de kalanları değerlendirebileceğim. Yazmanın iyi hali, dökülürken akıl tıkanıklığınızın geçmesi.

Önceki dersimizin konusu İnsan Hakları, kavramlar ve sorunlarıydı.

Hocamız İoanna Kuçuradi bize hak nedir diye sordu. Masanın etrafındaki tüm öğrenciler söyle bir durduk. Sahiden hak neydi? İnsan hakkı ne demek? Çok sık kullandığımız bir kelime. Talep ettiğimiz, çiğnendiğini düşündüğümüz…

O gün gazetenin birinde yarım sayfa bir haber vardı, kadını sırtından bıçaklamışlar. İşte dedim bu, kadının hakkını yok saymış gazete, gazeteyi alan herkesi buna ortak ediyor. Fotoğrafı çeken, yayımlayan, fotoğrafın çekilmesine izin veren, bu haksızlık dedim. Ya da buna benzer şeyler söyledim.

Hayır dedi hocamız, “hak” ile haksızlığı karıştırmayın. Üstelik bu vicdan kavramına giriyormuş. Tutturamadım. Herkes bir şey söyledi hatırlamıyorum.

Dersin yarım saati hak kelimesinin İnsan Hakları Beyannamesinde ki doğru karşılığını arayarak geçti. Hiç birimiz bulamayınca hocamız çıkar çatışmalarından doğar hak dedi. İşte birinde eksilip diğerinde artan şeydir hak diye tamamladı sözünü.
İnsanda doğuştan var olanmış. Doğan her insan eşit hakla dünyaya gelirmiş.

Bir de onur varmış, doğarken bizimle birlikte gelen ve kimsenin elimizden alamayacağı. “Yaptıklarımızla insan onuruna zarar verirmişiz, uğradıklarımızla onurumuz zarar görmezmiş,” bu ezber bozucuydu benim için yazarken bile zorlandım. Notlarıma bakıyorum “zarar”, “uğradıklarımız” kelimelerinin sürekli sırası kaymış, sürekli üzerini çizmişim.

İçimde incecik bir ses, o zaman bu ülkede bütün kadınlar onursuz, çünkü onur diye bildiğimiz şeyi, bizim dışımızdakiler yoğurup, harmanlayıp bize monte ediyor demek geldi ama cesaret edemedim. Muhatabım olan kişi ne bildiğini bilmenin dayanılmaz hafifliğiyle bana o kadar ağır geliyordu ki.

İnsan Hakları Beyannamesinin birinci temel maddesinde “Bütün insanlar haklar ve onur/değer bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır ve birbirlerine kardeşçe davranmalıdırlar” diyormuş, hocamız sözlerinin arasında sık sık beyannameyi gören var mı aranızda, diyerek devam ediyordu, herkes birbirine bakıyor, sessizlik oluyordu, gören yoktu. Sınıfa aslının kopyasını getirende olmamıştı, önümüzdeki notlarla yetinmeye devam ettik.

30 maddenin diğer 29 maddesi normmuş. Onları konuşmaya vaktimiz olmadı. Biz üç kavram üzerinde düşündük, örnekler verdik, uzak yakın, alakalı alakasız.

Bu eşit insanlar, bir de akılla, vicdanla donatılmışlar. Vicdan kelimesi eşitlik ve denklikle pek bağdaşmıyor aslında çünkü insan kendi değer yargıları ile doldururmuş vicdan kavramının içini, değer bilgisi farklı bir kavrammış, herkesin yetisine göre değişirmiş.

Bu masaya döktüğümüz kavram kargaşası benim panik atağımı tetikledi. Kafam iyice karıştı bu insan hakları bize bir gömlek fazla hocam dedim. Öyle baktı neden bilmem. O kaymakamları eğitmiş, polisleri, hatta bir öğrencisi varmış rütbeli bir asker. Güldük neden gülüyorsunuz dedi. Çok kere sordu aslında, utandık.

Dün bir resim daha vardı gazetelerde. Hani hepimizin ezberinde olan bir cümle vardır ilkokulda öğreniriz. Altında iki insan yatıyordu, birinin bacağında ip. Artık bazı kelimeleri okumaktan ve söylemekten utanıyorum kelime haznemden çıkarmak istiyorum siz anlayın artık. Hani vali de cevap vermiş, bomba mı ne aramışlar, o yüzden miş. Benim okuduğum gazete nazik davranmış. Yarım sayfa ayırmamış. Sol üst köşeye koymuş. Sayfanın üçte birini kaplıyor resim. Detayları okumadım.

Salman Rüşdi’nin bir roman kahramanı vardır Safiye- Zeynep sanki yaşadığı topraklarda bütün utançları mıknatıs gibi üzerine çeker. Anadan üryan dünyaya geldiğinde, erkek doğamamanın ilk utancını yaşar, kıpkırmızı kesilir, babasının, tepetaklak bacaklarından asılı durduğu doktorunun gözleri karşısında, hani şu Utanç romanındaki karakter. Bir de kocası vardır, Ömer Hayyam’a yazarın gönderme yaptığı, üç annesinden hangisinin öz annesi olduğunu bilmeyen, insanların arasına karışacağı ilk gün başını dik tutması için verilen ilk öğüdün, asla utanmaması öğretilen çocuk.

Utanç ile utanmazın birlikteliği. Birbirlerini çekerler. Üstelik bunu en saf yanlarıyla yaparlar. Orhan Pamuk’un Ferhat ile Şirin’e yüklediği saflıkla, hani şu minyatürlere konu olan hafiflikteki saflık.

Romanda bir sahne vardır. Özürlü kız akrabaların arasında oturmuş, ilgisiz görünüp, onları dinlerken, ilişkilerine bakıp, ısınmaya, renk değiştirmeye başlar, tüm günahları üzerine çeker her zaman ki gibi sanki onun dünyaya geliş nedeni buymuş gibi, dolup taşma zamanı geldiğinde de onları en masum gördüğü başka bedenlere gönderir. Boş bir tarlada yemlenen hindilerdir enerjisini saldığı alan. Onun ya da yazarın gözünde romanda saf olan simgeye. Sevdiği adamdan ayrılmak zorunda kalan kadının yetiştirdiği hindilerin üzerine salar öfkesini. Kocaman bir arsada salınarak gezinen hindiler anında ölüverir.

En zararsız öfke kusmasıdır küçük kızın, toplu katliamıdır. Utancı öfkesiyle harmanlandıkça şekli değişir, büyür sonunda beyaz bir kaplana dönüşür, kiminin korktuğu, kiminin arzuyla beklediği ama hepsinin ölümü beklediği efsane olur. Dönüp dolaşıp kendini yok ettiği yerse yine ait olduğuna, her şeyin başladığına inandığı yerdir.

Türkçeye yirmi küsur yıl sonra çevrilen bu romanı geç keşfettim Utanç kavramı ben de Safiye- Zeynep ile özdeşleşmiş paylaşmak istedim.

Bugünlerde öfkesini ve utancını kızgın bir top gibi kucağında hissedenlerdenim. Onunla baş etmenin yollarını arıyorum. Yollarımdan biri anlatmaktan geçiyor.

Öğrenmenin yolları farklı biliyorum. Ben saflıktan yanayım, düşünceli olmak yorucu.

Zuhal Özden

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Hayat dediğin Bir Dilim Pasta

Hayat dediğin Bir Dilim Pasta

Ben ona öyle davranmadım. Her gün hastaneye götürdüm. Seneler boyunca onunla birlikte hastane koridorlarında sıra bekledim. Doktorlarla, hastalarla sıra kavgası yaptım.
Bir kere ağladım. Hastalığına teşhis konduğu gün eve gelene kadar takside bitirdim gözümdeki gözyaşını, ona hastalığının ciddiyetinden bahsetmedim, biçilen ömrü söylemedim.
Aklım bedenimden sıyrılmış yaşarken, onun sinirleri bozulurdu.
Geceleri evin içinde uğursuz bir hayalet gibi gezinirdim. Ölmekten korkardım. Uyku ne zaman bedenime girse, ölüm geldi sanırdım. Önce kollarım uyuşurdu. Bir yarış başlardı uykuyla aramda. Ben içimden sıyrılmak, ayağa kalkma mücadelesi verirdim, uykusuzluk bedenimi teslim almak, derinliklerde benimle birlikte dinlenmek isterdi. Her savaşı ben kazanırdım. Yataktan sessiz, külçe gibi ağır kalkar, dolanmaya başlardım.
Benim bu hallerim yüzünden öfke krizine tutulurdu. Arkamdan seslenirdi. “Deli kız uyu artık, yoksa yemin ederim seni tımarhaneye kapatırım.” Bazen evin dar koridorunda karşılaşırdık, beni saçlarımdan yakalar, yatmadan önceden içtiğim uyku ilaçlarımı yeniden boğazıma zorla tıkardı. İlaçlarımı içmeyi unuttuğum olurdu. Onun bana zorla içirdiği zamanlarda, öncesinde içmiş olsam da söylemeye üşenirdim.
Ben aklımı yitirdikçe o daha çok öfkelenir, bana kızgınlığı artardı. Kendine kızardı en çok, bana çarpardı.
Neden böyle biriydim ben. Normal değil, üstün zekalı değil, gün geçtikçe aklını daha çok kaçıran bir kız neden vardı onun hayatında. En çok bu soru sinirini bozuyordu.
Aklım kaçtığı zamanlar, peşine düşmezdim. Oturur seyrederdim gidişini, beklerdim. Bir daha geri gelmemesinden korkardım. Benden farklı olanların beni itelemesinden, ölesiye acı çekerdim. En çok da onun üzerimdeki hükmünden nefret ederdim.
Aklımla biz hem fikirken, onunla hep çatışırdık, bazen o kazanırdı, bazen ben. Ama aklım beni terk edince o hep kazanmış gibi yapmaya başladı. En çok onun hükmü canımı yakardı.
Bağırmaya üşenirdim. İçimdeki çığlık yükselir, zihnimin içinde bir girdap yaratır, şiddet dozunu yükseltir, hepsini bedenime boca ederdi. İçimi burkardım öfkemle, bir kağıt gibi dürer çöplüğüme atardım.
Neşeli zamanlarda yaptığım salatalara sıktığım limonlar gibi davranırdım kendime.
Böyle zamanlarda yemek yapmazdım. Soframda kimseler olmak istemezdi.
Çevrem ıssızlaşır, zihnimin içindeki konuşmalar hiç bitmezdi. Kafamın içindeki sesler sürekli kavga eder, pişmanlıkları, öfkeleri beni yakar, gürültülerinden beynim uyuşur, midemdekileri sofraya kusardım.
Bazen içimdeki sesler gerçeğim olur, dışımdakileri hayal sanırdım. Bazen birlikte alacalı bir kalabalık oluştururlardı etrafımda. Gerçeklerim koyu, hayallerim silik olurdu. Öyle çok korkardım ki kaybolmak için koşardım, koşmam beklememdi. Beklerdim kaybolmak için. Kelimelerin beni yutmasını dilerdim.
Ölmedim. Aklım gelip beni buldu.
Ben hiçbir nesneye suret gibi davranmadım.
Peşimden gelen kedinin sokaktaki yalnızlığını anladığım için hep kendimden korktum, ama korkumla birlikte kediye hiç tekme atmadım.
Yaz sıcağında zincire bağlanmış köpeğin gözlerinde korkuyu tanıyıp gözlerimi kaçırmadım, zincirini çözdüm.
Mezarının başında ayrık otlarını temizliyorum. Üzerine dökülmüş toprağa dokunmak ellerimi titretmiyor. Toprak, sıcak, yumuşak, parmaklarımın arasında sıkıp ufaladığım topakları kum gibi geri dökülüyor. Taşlarını ayıklıyorum teker teker, sabırsız çocuklar bekliyor başımda ellerinde su şişeleri. Aldırmadığım kızgınlıklarını saklamayı beceriyorlar.
Baktığı yerden bizi karşılaştırdığına eminim.
Çalışan, hayatın içine erkenden itilmiş sabırlı çocuklar. Bir de ben, hayatın köşesinden yakalamış, yürümeyi beceremeyen, kör, topal ilerleyen, özrü doğuştan bir aklı evvel.
Zuhal Özden
İst.31.08.2011

26 Ağustos 2011 Cuma

Bayramların Seyranların Alayına İsyanım Var

Bayramları sevmiyorum, hiçbir zaman da sevmedim. Bana dayatılan mecburiyet kılınan hiç bir şeyi sevemedim ben. Çocukluğumda zorunlu ev gezmelerine götürülürdüm, tanımadığım yaşlı kadınların adamların ellerini öper, sevmediğim tuzlu sütlaçları yemek zorunda bırakılırdım. İstemediğim kıyafetleri giyerdim. Bayrama uygun, aile ziyaretlerine uygun şeyler seçmem istenirdi.
Büyüklerin seremonisine uymak zorunda bırakılmaktan nefret ederdim. Güler yüzlü, nazik olmak zorundaydım. Oysa suratımı asmak hatta çığlık atmak isterdim. Rol yapmayı hiç beceremedim, suratı asık somurtkan oldum büyük ihtimal böyle günlerde.
Sabah erken kalkıp sofra hazırlamamızı isterlerdi. Erkekler sabah namazından gelmeden, ortalık toplanmalı, kahvaltı sofrası hazır olmalıydı. Bayramlıklar giyinmeli, eller öpülmek için beklenmeliydi.
Babamın aile ocağımız dediği yerde namazdan gelen erkekler bir ağıt tuttururdu, namazdan gelen evin merdiveninin bir basamağına oturur sessiz sessiz gözyaşı dökmeye başlardı. Küçük yaşta ölen babalarının, onlar evlendikten hemen sonra ölen annelerinin ağıdını yakarlardı. Babamın ağlamasından nefret ederdim. Bana kendimi güçsüz hissettirirdi.
Hep birlikte gittiğimiz aile mezarlığında da ağlardı babam. Ben ağlamak istemezdim. Babaannemi özlemesem de, onu az hatırlasam da mezarı başında olmak beni üzerdi ama babam ağladığı için ben ağlamak istemezdim.
Bayramlarda tanımadığım insanları ziyaret edip onları görmekten mutlu olmuşum gibi davranmak hoşuma gitmezdi.
Kuzenlerimle şeker toplamayı severdim. En çokta çikolata seven evin insanları hoşuma giderdi. Öyle sıradan şekerlemelerin sadece beğendiğimiz jelatinlerini bir süre saklardık.
Yakın aile fertleri kenarlarında nakışlar olan mendiller verirdi. En güzellerini Münevver Teyzem verirdi. Onları neden saklamadım sanki.
Erkek çocukları büyüdükçe onlara verilen mendiller farklılaşırdı.
Çizgili, babalarının kullandığı mendillerin aynısı olurdu, kızların ki yaşları büyüse de değişmezdi. Beyaz kenarında renkli nakışlar olan narin küçük patiskalardı. Kolalı, ütülü ve katlanmış olurdu.
Yaşlı bir kadın bizi şeker istedik diye kapısından kovmuştu. Yüzümüze kapatmıştı kapıyı, sanırım yaşlandığımda ben de onun gibi olurum, belki de kapıyı hiç açmam.
Gerçi şimdiler de kapıyı çalan kimseler yok. Kimse şeker toplamaya gelmiyor.
Hala zorunluluklar var hayatımda, sevmediğim insanları görmek zorundayım.
Ölümüme beş kala değiştiremediklerim beni çok kızdırıyor. Değişmesi gerekenin ben olmasına da kızgınım.
Düşüncelerimi değil insanları kovalamak istiyorum etrafımdan. Rahat bırakılmak, bir başıma olmak, dilediğimce somurtmak istiyorum.

Zuhal Özden
27.08.2011

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kırmızı Araba ve Babam

Babam “Burada otur” derdi, “Hiçbir yere kıpırdama” kıpırdamazdım. Babamın girdiği kapıdan o çıkardı. Benim elimde her zaman bir dondurma olurdu. Erimesinden, bitmesinden korktuğum kocaman dondurmama minik fiskeler vururdum dilimle.

O elinde kırmızı arabası yüzüme bakmadan karşı kaldırıma geçer, uzaktan kumandasını çalıştırırdı. Kaldırımı gölgede bırakan erguvan ağacının altındaki banka oturur, arabasına acımadan öfkeyle ağacın gövdesine çarpardı. Taklalar atardı kırmızı spor araba.

Çocuk annesinden korkmuyordu, arabasının kırılmasını umursamıyordu belli ki.

Ben dondurmamı dikkatli yerdim. Üzerime dökülmesinden korkardım.

Annem bana bu kadar büyük külahta dondurma almazdı.

Yalnızca babam pazar gezilerimizde alırdı. Aramızda bir sırdı.

Ne ben yabancı bir evin bahçesinde sallandığım söylerdim saatlerce, ne de o bana dondurma yedirdiğini söylerdi. Kaç top istersem alırdı. Sınırları zorlar yiyebileceğimden daha fazlasını isterdim her seferinde.

Artık sıkılıyordum bu Pazar gezmelerinden. Bu çocuğu seyretmekten de sıkılmıştım.

Benimle hiç konuşmaya niyetli değildi, oynamakta istemiyordu. Sadece arabasını parçalamaktı niyeti. Kırmızı araba ikimizden de sabırlı çıkmıştı, buradan gördüğüm kadarıyla bir çiziği bile yoktu. Duvara çarpmak için tasarlanmıştı belki de.

Ben arabalardan anlamam.

Bebekleri severim.

Mutfak setim var. Annemin fırınından güzel ocağımda yemek pişirmeyi severim. Bebeklerimin saçlarını tararım, onlara tokalarımı takarım.

Keşke yanıma bebeğimi almama izin verse annem, daha az canım sıkılırdı.

Sonunda sinemaya gitmek olmasa bu gezmelere gelmek istemediğimi söyleyeceğim babama, ama annem istediğim filme götürmez beni.

Bayan hayır ile bay evet gibi yaşıyor bizimkiler. Birinin evet değini ötekinin onayladığını henüz görmek nasip olmadı. Bazen işime yarıyor bu inatları. Kabul ettirmek istediğimi sırasıyla sorduğumda onaylanmaması imkansız.

Tatilde büyük annemin yanında kalacağım. Evden ayrılmak bana iyi gelecek.

Evdekilerin sessiz gerginliği, gürültüsüz anlaşmazlıkları beni deli ediyor. Bazen çığlık atmak geliyor içimden, böyle zamanlarda odama kaçıp bebeklerimden birinin saçlarını çekiştiriyorum. Tıpkı annemin kızgın olduğunda benim saçlarımı taradığı gibi tarıyorum onların saçlarını, sıkıca bağlıyorum tokalarımdan biriyle. Tabaklarımdan birini kırmak istiyorum ama kıyamıyorum.

Anneannem geçecek diyor onlarda benim gibi büyüyeceklermiş ve her şey geçecekmiş.

O çok yaşlı bazen saçmalıyor. Ben yine de en çok onu seviyorum. Çünkü o beni dinliyor.

Zuhal Özden

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ben Tanrıyı Seviyorum

Ben denizi hiç görmedim. Bizim sınıfta bir çocuk var, adı Ali. O denizi görmüş. Ali diyor ki deniz çok büyükmüş, suyunu insanlar içip bitirmesin diye gece insanlar kamyonlar dolusu tuz döküyorlarmış. Ona dedim ki neden rengi mavi. Gece bekçileri varmış onlar annemin çiçeklerinin dibine koyduğu çiviti geceleri denize dökermiş o yüzden maviymiş. Suyun renginde olursa içindeki balıkları kuşlar görür hepsini yerlermiş. Ona da babası anlatmış. Doğrudur herhalde. Annem çiviti suyun içinde bekletiyor gerçekten eridiğinde su mavi oluyor, ben de gördüm.

Babam söz verdi, annemle beni de denize götürecek. Bizim de gezecek kadar paramız olduğunda, yüzmeye gideceğiz. Ben yüzme bilmiyorum ama babam bize öğretecek. Kolaymış babam öyle diyor.

Akşama bize köfte pişirecek babam. Sosis alacak bana. Teyzemle eniştem geliyorlar. Teyzem kafeteryada çalışıyor. Bana oradan sos getirecek, onların soslarını çok seviyorum. Bazen hafta sonları beni iş yerine götürüyor. Orada bir sürü akvaryum var. Kimseye söylemedim ama orada bir balığım var benim. Kırmızı bir kılıç balığı, o denizlerde yaşamaz. Süs balığı sadece akvaryumda yaşayabilir. Çok masraflı yoksa ben de isterdim annemden. Balıklar çok pahalıymış teyzemin patronu öyle diyor. Balık beslemek zengin işiymiş. Patronu iyi adam. Balıkları beslememe izin veriyor. Mıknatıslı bir süngeri var, onunla akvaryumun camını temizliyorum. İçinden hava kabarcıkları çıkan kayalar var. Çöp balıkları var içinde hep cama yapışıyorlar sanki, camın üzerine yapışan yosunları yiyorlarmış teyzem öyle diyor. O kadar çok balık var ki onları seyretmek çok zevkli.

Teyzem bazen bize geldiğinde, annemle bir odaya çekilip gizli gizli ağlıyorlar. Anneme yalvarıyor teyzem bana bir çocuk doğur diyor. Annem bunu benden isteme diyor. Benim gibi mutsuz olmasını ister misin çocuğunun. Ben mutsuz etmem abla, yemin ederim diyor boynuna kapanıyor annemin. Çok üzülüyorlar. Teyzemin bebekleri hep karnında ölüyormuş.

Babam evlat edinsinler diyor. Kızıyor annemi üzdüğü için. Benim dualarımda kabul olmuyor. Artık ben de yoruldum dua etmekten.

Annem doğduğunda, anne babası çok fakirmiş. Dedem şehre gidip para kazanmak istiyormuş. Büyük halaya bırakmışlar annemi. Onun parası çokmuş ama çocuğu yokmuş. Annemi o büyütmüş. Ama çocukları sevmezmiş. Kocası annemi çok sevmiş. Her sabah onu okula hazırlarmış. En sevdiği elmayı koyarmış çantasına. Yolda konuşurlarmış. Onun bütün sorularına kızmadan cevap verirmiş enişte babası ama hala onu hep azarlarmış. Çok konuşuyor diye kızarmış. Saçlarını bir kere taramamış. Zaten hep kısacık kestirmişler. Bit olur dermiş, uğraşamam ben dermiş büyük hala. Annem üzülürmüş ama korkarmış ağlamaya. Hep kendini suçlu hissedermiş. Neden sevmediğini anlayamazmış kendisini. Babasına sorarmış. Mutsuz annen dermiş. Ama neden olduğunu sorduğunda babası cevap vermezmiş. O da ikisi yüzünden mutsuz olduğunu düşünürmüş. Geceleri ona masal anlatırmış babası. Büyük hala kızarmış kocaman kız oldu bırak dermiş. Yatsın uyusun dermiş. Sadece güler aldırmazmış babası, anlatmaya devam edermiş. O öldüğünde çok ağlamış annem, dünya da bir tane kaldığını düşünmüş. Babamı tanıyıncaya kadar, ben doğana kadar bu hissi atamamış içinden.

Büyüyüp genç kız olduğunda kardeşleri ona gerçek annesini anlatmışlar. Biz senin kardeşleriniz demişler. Annesini bir türlü sevememiş. Büyük halanın onu istemediği duygusunu içinden bir türlü atamamış. Hala öldüğünde hafiflediğini hissetmiş. Ama yine de üzülmüş. Soru soramadığı için hep boğazında bir yumruk varmış. Bir babasını sevmiş bizden önce.

Annem babasının masallarını bana anlatıyor geceleri, ona gökyüzünün neden gündüzleri mavi olduğunu sordum. Senin gibi denizi hiç görmemiş çocuklar, gökyüzüne bakıp hayal kursunlar diye Tanrı maviye boyamış.

Ben annemden sonra en çok tanrıyı seviyorum. Keşki dualarımı duysa teyzemin karnındaki çocuklar da ölmese.

Zuhal Özden

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Annemin Pazar Parası Babamın Tespih Tanesi

Annem pazara Perşembe günleri giderdi. Gelirken yanında mutlaka bir hamal olurdu. Ağabeyim dalga geçerdi “Anne birazda başkalarına bıraksaydın.” Her seferinde söylediklerini ciddiye alırdı annem. “Sofrada yemek eksik olsa ilk somurtan sen olursun konuşma fazla.”

Bazen ağbimin sözünü dinler gibi hamal olmadan kendi taşırdı aldıklarını o zaman hamal parasını, kendi diktiği kesesine koyardı. Siyah kadifeden diktiği keseden ağbim arada para aşırırdı. O zaman kıyamet kopardı evde.

Babam gelmeden azarını işitir, ortalık durulurdu. Annem bizim günlük kusurlarımızın hepsini ona iletmezdi. Başa çıkamayacağını düşündüğü, duyunca kendisinin de azar işiteceğini inandıklarını hafifletir, uygun bir anında söylerdi babama.

Bir Perşembe günü annem pazardan gelmedi. Hamala vermediği yükleriyle karşıdan karşıya geçerken, kaldırımın kenarına yığılıvermiş. Onu hastaneye kaldırmışlar. Mahallenin kadınları yolun kenarında yatan annemi tanıyıp, birlikte hastaneye gitmişler. Banka müdürü olan babama haber vermişler. Koşup gitmiş babam. Biz okulda her şeyden habersiz eve dönüş saatimizi beklerken, annem babamdan helallik bile alamamış. Hastaneye götürdüklerinde onu yoğun bakıma sokmşlar. Beyin kanaması geçirmiş. Bir daha kendine gelmemiş. İki saat sonrada ölmüş.

Okuldan eve geldiğimizde evde komşumuz Nagihan Abla vardı. Onu eskiden sever miydim, hatırlamıyorum. Annem öldükten sonra nefret ettim. Nagihan ismini de hiç sevmiyor muşum meğer.

“Babanız çok üzgün çocuklar, onu daha fazla üzmeyin.” Demişti. “Ağlamayın. Yaramazlık yapmak yok, gürültü yaptığınızı duymayayım. Bakın annenizde sizi görüyor. O da üzülür”

Ağabeyim hiç konuşmamıştı. Odasına gitmiş, kapıyı o kadar hızlı kapatmıştı ki odasının camını kıracak annemi üzecek diye ödüm kopmuştu.

Annemin neden öldüğünü, nasıl öldüğünü babam bize, onu toprağa verdikten sonra anlattı. Biz, korkup soramamıştık neler olduğunu.

Ağabeyim cenazeye gelmedi. Babam onunla konuşmadı.

Komşumuz Nagihan Abla onu odasından çıkarmak için çok uğraştı. Ama abim ona öyle bir bağırdı ki, kadın söylene söylene çekip gitmek zorunda kaldı. “Ne halin varsa gör, terbiyesiz” dedi.

Ben babamın yüzüne bakmaya korkuyordum. Annemi evden bir kutunun içinde çıkardıklarında onun gerçekten öldüğünü anladım. Kendi kendime yemin ettim, bir daha hiç kimsenin cenazesine gitmeyeceğime. Kimsenin evden böyle çıkmasını seyretmeyecektim. Bu gerçekten ölüm demekti.

Bana onun yüzünü göstermek istediler. Odasına sokmaya çalıştılar. Bende kapının eşiğinde durup ona uzaktan baktım. Ayağımı kaldırdım. Ama eşiği aşıp odanın içine ayağımı sokamadım. Beni omuzlarımdan itti teyzem, “Anneni görmek istemiyor musun” dedi. “Bırak beni” dedim. Yanımdan ayrılıp yatağının yanına gitti teyzem. Onun ne kadar şansız olduğunu haykırdı. Gözlerini kapatamamışlar annemin. Babam sabaha kadar annemin başında oturdu. Teyzem kızdı ona. Ayıpladı. Günahmış. Annem artık onun için yabancıymış. Görmesi doğru değilmiş.

Ağabeyim odasından hiç çıkmadı. Bir hafta yemek yemeden odasında oturdu. Hiç kimseyle konuşmadı.

Odasından çıktığında babama yatılı okumak istediğini söyledi. Lisede okuyordu. Üniversiteye gitmesine bir sene vardı. Daha iyi hazırlanacağını, eve gelmek istemediğini söyledi. Babam kanepede, o ayakta durdular bir süre. Babam ağladı. “Peki oğlum” dedi. İlk defa adını söylemedi ağbimin. Annem hep “oğlum” derdi, babamsa adını seslenirdi oysa.

Ben ortaokula gidiyordum. İkimiz sessiz, sözsüz yaşamaya başladık babamla. “Karnın aç mı baba” derdim. “Varsa bir şey yerim” derdi. “Sevdiğin bulgur pilavını yaptım annemin ki gibi”, “Hımm” der başını sallardı. Ağır ağır yerdi yemeğini.

Erkenden emekliliğini istedi. Ben üniversiteye hazırlanıyordum. Ağbim mimarlığı kazanmış başka şehirde yurtta kalıyordu. Bazen telefon ederdi. Derslerimi, babamı sorardı. Annemden hiç bahsetmezdik. Sanki yaşamamış gibi davranırdı.

Babam annemin siyah kadife kesesini alırdı eline, pencerenin önüne oturur sanki tespih çeker gibi, elini kesenin içine sokar bozuk paraları şıkırdatırdı. Onları sayıyor muydu, yoksa okşuyor muydu bilmiyorum. Sanki pencerenin önünde annemin pazardan dönüşünü beklerdi. Zamanla ümidini kaybedip ölümünü beklemeye başladı. Daha az yemek yiyordu. Artık namaz kılmaya başlamıştı. Uzun uzun dualar ediyordu.

Ya seccadenin başında oluyordu. Ya da pencerenin kenarında, elinde kesesi bozuk paralarına dokunuyordu.

İlk zamanlar onun çıkardığı sesi hüzünle dinliyordum. Aklıma annemle ilgili anılarım, ağabeyimin şakaları gelirdi. Zamanla nefret etmeye başladım bozuk paraların sesinden. Ders çalışamaz oldum. Kulağımda kulaklık, müzik dinleyerek ders çalışmama rağmen uğultu halinde kafamın içinde bir yerlerde bozuk paraların sesini duyar olmuştum.

Okul bitmişti. Sınavlara az kalmıştı. Babam derslerimle, okulumla ilgilenmiyordu. Ben de ağbim gibi çekip gitmek istiyordum. Onu bırakıp gitmem imkansızdı. Kendimi köşeye sıkışmış hissediyordum.

Annem öldüğünden beri hiç ağlamamıştım. İçimden çığlıklar atmak geliyordu. Rüyalarımda henüz onu görmemiştim. Sadece evin içinde kovalamaca oynuyorduk. Ben ders çalışırken annem mutfakta, ben salondayken o odasında uyuyordu. Bu histen kurtulamıyordum. İkimizde görünmez olmuştuk.

Babam pencerenin kenarında oturmaya devam ediyordu.

Sıcak bir haziran günü öğle üzeri sokaktan sesler gelmeye başladı. Kahkaha sesleri geliyordu. Gençler yüksek sesle gülüyor, bağırılıyorlardı. Sessiz sokağımızdaki değişimi görmek için salona geldiğimde babamı pencerenin önünde ayakta buldum. Camı sonuna kadar açmış dışarıya bakıyordu. Elindeki kesenin içindeki paraları hızla uzağa fırlatıyordu ara sıra. Ona bakıp gülen gençleri görmüyor gibiydi. “Para lan bunlar” diye bağırışıyordu gençler. “Çöpe atmak yasak amca bunları bilmiyor musun” diyordu biri. Umurunda değildi babamın. Kızgın da değildi. Ölüm gelip onu almadığı için sıkılmıştı. Anneme kızgındı belki de. O gidince evimizdeki hayat durmuştu. Sanki kimse yaşamıyordu. Hepimiz kendimizi suçlu hissediyorduk yaşadığımız için belki de. Babamda tüm kızgınlığını paralardan çıkarmaya karar vermişti.

Onun hali karşısında bir an ne yapacağımı bilemedim. İçeriye alıp pencereyi kapamaya korktum. Keseyi boşalttıktan sonra kendi kapadı pencereyi. Sanki hiç bir şey olmamış gibi bana boş gözlerle bakıp koltuğuna yeniden oturdu.
Söyleyecek hiç bir şeyim olmadığı için, kurtulduğum sesten de biraz da olsa sevinçli içeriye döndüm.

Ertesi sabah babam felç geçirdi. Yirmi gün hiç konuşmadan, kıpırdamadan yattı. Sol tarafına felç inmişti. İyileşmek için hiç çaba göstermedi.

Öldüğünde gözlerini ağbim kapadı.

Zuhal Özden
13 Temmuz 2011

10 Temmuz 2011 Pazar

Bu Sabah Çay İçmedim.

Onun canını yaktım mı bilmem. Evet yakmışımdır. Bazen dilim hançer olmuş, dağlamışımdır.

En ağrıma giden sırf kendi egosuna iyi geldiği için, onu kıskanmam hoşuna gittiği için, hayatımın içinde yayıla yayıla yol alması. Bu ince yanlarım yüzünden, beni oralardan yakalayıp peşinden sürüklemesiydi.

Yaşadıklarımdan pişman değilim. Bunu öfke ya da gururumdan söylemiyorum, kızgınlığımı hafifletmek için bu duyguya tutunmuyorum.

Onu sevdiğim zamanlarda kendime de şefkat duydum. Kelimeleri güzelliğimi taçlandırdı.

Sevimliydim. Şirindim.

Çocuktum, anneydim, kadındım yanında.

Kıskanmak canımı yaktı, peşi sıra gelen köşeye sıkışmışlık duygusundan nefret ettim.

Tüm bu duygu karmaşası ilişkimizi yaşatmaya sebep olsa da sonunda yorgun ayrıldık.

Sürekli imkansıza çarpmak, hayallerimizi tüketti.

Onun dünyasında yer almayı benim tek kişilik bünyem kaldıramadı. Bencilliğim çoğaldı, çoğul sevmeyi beceremedim, öğrenemedim.

İnsanların, eşyaları anlamlandırmasını düşünüyorum bu aralar. Babamın evi, o olmasa da onu hatırlatıyor. Biliyorum ki o ev yok olsa, önce babamın adını anmayı erteleyeceğim, zamanla hafızamdan onunla ilgili resimler silinecek ve babam yok olacak.

Eşyalar bana insanları, anıları hatırlattıkça kalbim ağrıyor.

Sigaramı yakarken elimde tuttuğum çakmak, bira bardağımın kenarında ki kırık, yatağımın başındaki kitap, kanepemdeki sigara yanığı bugünlerde bende zaman sekmesi yaratıyor.

Beklediğim durak, menzilim farklı olsa da kapattığım, rafa kaldırdığım bir kitabın ben de uyandırdığı duyguları anımsatıyor.

Oysa uzun zamandır ona dokunmadım. Sayfalarını çevirip, içimi ferahlatan, çiçeklendiren kelimelerine göz değdirmedim.

Bu sabah bir kabustan adıyla uyandım. Geçmişteki güzel günlerden birine uyandığımı hayal ettim.

kapım çalsın istedim, bekledim.

Koşup mutfağa, çayı demledim.

Kanepeme uzanıp zilin sesine kulak kesildim.

Gerçeğe inat bekledim.

Düşünce gücüme güvendim. Zorladım.

Uzaklarda bir yerlerde onu yatağından kaldırdım. Zihnine girmek istedim.

Ayaklarındaki güç olup dışarı çıkarmak vardı aklımda.

Öğlen oldu. Çaydanlığın suyu bitti, çayın tadı kaçtı.

Olmadı. Gelmedi.

Yeniden gerçeğe yenik düştüm.

Zuhal Özden
10.07.2010

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Mor Laleler Alacağım Sana

Hayatımda hiçbir erkeğe çiçek almamıştım. Bu laleler o kadar güzeldi ki dayanamadım. Kadına dedim ki şu sarı laleleri sarsana bana, ama çok para vermem. Zaten adamı tanımıyorum fazla değmeyecekse üzülürüm. Kendime olsa neyse.

Olur mu be abla, dedi. Şunlara baksana.

Sanki elinde elmas nadide bir gerdanlık tutuyor, bunlara verilmez mi şimdi.

Ay duymadın galiba adamın tekine alıyorum.

Sen günde kaç tane satıyorsun böyle. Kadınlar sevgililerine, kocalarına çiçek alıyor sanki.

Ah be ablam sen ne diyorsun, ben sana anlatsam burada yaşadıklarımı vallahi roman olur.

Sen ne iş yapıyorsun abla.

Ben mi, yüzümü buruşturdum. Son günlerde işimi sorduklarında biraz teredüt ediyorum. Çünkü ispat istiyorlar. Senaristim diyorum. Hiç seyrettik mi yazdığın bir şeyi diyorlar. Yok henüz onaylanan bir şeyim, diyorum.

Yazarım. Yüzünde hiç tepki olmadı bunun. Sonra bombayı patlattı.

Olsun be abla ben de çiçek satıyorum. Ekmek parası ne yapacaksın. Eskiden sepetçilik yapardım. Şimdi hanım olduk, burnumuz büyüdü, çiçekçiyiz.

Allahımm, işe bak ya beğenmedi hanfendi.

Neyse kaça veriyorsun sen şimdi bunları.

İki demeti sana yirmi lira olur.

E millete kaçtan veriyorsun. On beş lira veririm.

Kurtarmaz.

Kurtarır, kurtarır hadi geç kaldım. Daha ilk günden bekletmek olmaz dimi.

Canın sağ olsun. Yine gel. Kahve içemeye de beklerim. Bak benim müşterilerim Levent’ten bile atlar, arabaya gelir.

Yuh orada çiçek mi yok. Millet çıldırmış.

Yok be abla sohbetimi seviyormuş.

He iyi. Güzel tamam.

Nerede deli var beni bulur zaten.

Anladım sen de delisin beklerim diyorsun oldu.

Yok be abla sen anladın beni gel beklerim bak.

Oldu tamam hadi kolay gelsin.

Allahım ya harbiden tüm salaklar beni buluyor. Şimdi elimde sarı lalaler, adama ne diycem ya. Bir de amma meraklı kadınmış dermiş. Aman neyse beğenmezsem halini, bir arkadaşıma rastladım aldı derim. Yalan mı bitti hayret bir şey .

Ne kalabalık. Gündüz vakti bu kadar insanın işi gücü yok mu ya. Kadınlar neyse de bu erkeklerin hepsi işsiz mi. Şuna bak. Herkesin elinde bir lap top, bunların hepsi evinden iş yapan tipler mi?

Sinirli olduğumda, ya da gergin çok konuşuyorum, beden dilim çok hareketli oluyor. Kolumu bacağımı nereye koyacağımı şaşırıyorum. Birazdan kesin çişim gelir. Bu garson nerede ya. Taksi gibiler he yağmurlu havalarda onlarda yok olur ortadan. Bunlarda kalabalık olunca mekan, arada bul işin yoksa.

Pardon bakar mısınız.?

Buyurun hanımefendi.

Limonata var mı? Konsantre istemiyorum yalnız.

Var

Tamam. Taze nane de olursa içinde harika olur.

Tabii efendim zaten koyuyoruz.

Peki teşekkür ederim.

Offf şu kadınlar ne çok fuzuli konuşuyor ya. Şeytan dal masalarını dağıt hepsini diyor. Nerede kaldı bu adam. Sanki ben erkek o kadın bir de elimde çiçekler. Allahım ne gıcık bir gün ya.

Başka bir arzunuz var mıydı.

Hayır teşekkür ederim. Arkadaşımı bekliyorum. Umarım gelir. Geç kaldı da.

Umarım efendim.

Allahım herkes kafayı yemiş. Umarmış. Yani ben buluşulacak tip değilim de es kaza gelirse ne ala. Bu kadar gerçek fazla ya.

Yarım saat daha bekler giderim vallahi. Çiçeğim de bana kalır. Bir daha da açmam telefonlarını. İşim olmaz. Hayret bir şey.

Aha geliyor. Suratı niye asık bunun be. Sanki zorla biri itekliyor arkasından.

Çok özür dilerim ya. Beklettim seni çok afedersin.

Ne güzel çiçekler.

Al, sana aldım. Umarım lale seviyorsun.

Bak şimdi. Gerçekten mi. Harikasın ya. Kimse bana çiçek almamıştı. Hastane ziyareti dışında. Geç kaldım diye beni hastanelik falan etmeyeceksin dimi.

Aman çok komik. Bu benim aptal bir huyum beğendiğim bir şeyi almadan geçemiyorum. Dua et saç tokası beğenmedim.

Immm haklısın. Çok teşekkür ederim ya. Kendimi biraz odun gibi hissettim. Onur da duydum hea. Teşekkür ederim. Benim sana almam gerekirdi. Ne de olsa ilk buluşmamız.

Senin bu samimiyetini seviyorum.

Fazla sevme kızarsam kafanı kırmaya da yeltenebilirim.

A a evet bunu da tahmin edebiliyorum.

Ya aslında kafamı kırabilirsin. Şimdi söyleyeceklerimi duyduğunda. Ben gitmeliyim. İş yerinde yarım saatliğine izin aldım. Yetiştirmem gereken şeyler var. Biliyorsun ben montaj yapıyorum. Gece yarılarına kadar çalışmam gerek. Kasetler elime çok geç geldi. Ben de yemeğe diye çıktım. Sana haber vereyim dedim. Şimdi bunu telefonda söylemek olmazdı. Sanki kasti yapıyormuşum gibi. Beni anlıyorsun değil mi?

Anlıyorum biz de televizyonda çalıştık. Biliyoruz herhalde.

Hah çok yaşa ya. Ödüm koptu kızarsın diye.

Kızdım elbet ama yapacak bir şey yok. Ver çiçeklerimi. Sana bir daha buluşmamızda mor olanlarını alırım. Bunlar yakışmadı sana.

Hadi be şakacı. Vermem.

Aman iyi verme.

Karnım çok aç benim şu garson nerede bir sandeviç yeseydim ben ya. Sen bir şey yedin mi.

Hayır seni bekledim.

Yemin bunu telafi edicem. Sana ellerimle yemek yapıcam.

Aman ne güzel. Duyanda usta bir aşçısın sanacak.

Aa niye öyle diyorsun. Valla güzel yemek yaparım ben. Kaç senedir tek başıma yaşıyorum biliyor musun.

Nerden biliyim sen söyle.

Beni ailem doğduğumda bir apartmanın kapısının önüne bırakmışlar.

Yuh başka yalan bulamadın mı

Vallahi doğru söylüyorum. İsmimi polisler koymuş. Binler Umut’tan biriyim ben. Vallahi öyle bakma yüzüme. Sonra beni kimsesizler yurduna teslim etmişler. On sekiz yaşına kadar kaldım. Sonra üniversiteye gittim. Üniversitede devlet beni bir eve yerleştirdi. Orada benim gibi çocuklarla birlikte yaşadım. Kendi paramı kazanmaya başlayınca ayrı eve çıktım. Hala onlardan kopmadım. Bir dernek kurduk. Sokak çocukları için yardım topluyoruz. Geceler düzenliyoruz. Üniversiteden beri bi fiil bu işlerle uğraşıyorum.

Hadi ya. Güzelmiş. Yani böyle şeylerle uğraşman.

Daha önce anlatmadım. Sen de sormadın zaten. Yüz yüzeyken anlatmak istedim. Genelde insanlar bizim gibi insanlardan çekinir.

Neden ?

Bilmem aile yanında büyümemek aslında insanın doğasına aykırı, o yüzden galiba. Gerilir insanlar. Ne konuşacaklarını bilemez.

Hımm bilmem ben de şaşırdım aslında. Daha önce senin gibi bir arkadaşım olmadı. Ama farklı görünmüyorsun diğerlerinden. Hatta özel buldum ki sana lale aldım değil mi?

Zuhal Özden
06.07.2010

5 Temmuz 2011 Salı

Bugün Deniz Suskundu

Benim yaşımda ki şehirli kızlar gazete okurlar mı bilmem ama ben şehirde yaşıyor olsaydım okurdum.

On bir yaşındayım. Akşam beni öldürdüler. Dayımın oğlu boynuma mavi çamaşır ipini geçirdi. Dayım sandalyemi ayaklarımın altından öteye tekmeledi. Nefes almadım. İp kopar sandım. Suyun altında nefesimi tutar gibi yutmak istedim nefesimi, canımın acısı düşünmeme engel oldu. Boğazım acıdı, boğuldum.

Teyze kızlarımla ilk defa gittiğim denizi düşündüm. Dalgaların sesini hatırlamaya çalıştım. Yüzümü yalayan gözlerimin içine dolan tuzlu suyu hayal etmek istedim. Olmadı.

Hep deniz kenarında yaşamışım gibi tanıdık gibiydi, kokusu, rengi, kocamanlığı.

Eşyan “Dalgalara dik gözlerini” demişti. “Sadece onlara bak.”

Dalgalarla birlikte kumu yalıyordum. Eğilip bükülüyordum. Çıplaktım. Islaktım. Bedenim hamura dönüşüyordu. Geri çekiliyordum sonra tüm gücümle boca ediyordum kendimi kumların üzerine. Sonra tekrar geri çekiliyordum. Dalgalarla birlikte yükseliyordum. Başım dönüyor, içim boşalıyordu. Tekrar kıyıyı yalıyordum.

Deniz olmak çok güzeldi. Çıplak olmak, bir tek olmak, kocaman olmak gibiydi.

Bir de dalgaların sesi vardı. Bir yandan uykumu getiriyordu. Bir o kadar da uçmak istiyordum.

Çıplaktım. Islaktım. Hafiftim. Sanki bedenim yok olmuştu. Sadece ben vardı.

Eşyan bağırdı. “Haydi atla” dedi. Hiç düşünmeden atladım. Ensemin üzerinden geçti dalganın dilinin ucu, sırtımı, belimi yaladı. Ayak ucumda patladı. Ölüyorum. Ölmek bu kadar güzel olabilir miydi?

“Haydi kalk dalga geliyor, bir daha atlayalım” dedi Eşyan. Dizlerim titriyordu. Korkuyordum. Gözlerimi azıcık açtım. Yüzümde bir şamar gibi patladı dalgalar. Yere düştüm. Eşyan kolumdan yakaladı. “Kocaman bak atla” yorgunluktan her yanım ağrıyordu. Bacaklarımı hissetmiyordum. Ölmek umurumda değildi. Kendimi dalganın içine bıraktım. Yine sırtımı yalayıp geçti. Bu sefer düşmeden kalkmayı başarmıştım.

Her yer maviydi. Sanki dünya maviye boyanmıştı. İçinde sadece ben vardım. Korktum.

“Hadi boğulacaksın, yürü çıkalım” dedi Eşyan eteğimden çekiştiriyordu. Ağırlaşmıştı giysilerim. Üzerimden kayıp çıkacağından korktum. Her yanımda tatlı bir sızı vardı.

Gece boğazımdaki ipin ucunda sallanırken, olmadı düşünemedim. Oysa dalgaların beni sulara gömdüğünü hayal etmek istemiştim. Sadece canım yandı.

Sanki ateşin içindeki buz parçasıydım. Bedenim erir gibi parçalanıyordu. Her bir parçamın toza dönüştüğünü hissettim. Çok canım yandı. Ağlamadım.

Merak ediyorum. Merakımdan gidemedim.

Bu sabah deniz kenarında çocuklar gazete okumuş mudur? Asılmış bir kızın haberini görünce ne düşünmüşlerdir. Küçük bir kızın ipin ucunda sallanmasının ne demek olduğunu anlamışlar mıdır?

Merakımdan gidemiyorum.

Günahımı, suçumu bilmek istemişler midir?

Cesaretimi sorgulamışlar mıdır?

Annem ben doğarken ölmüş. Babam beni dayıma vermiş. Ben beş yaşındayken dayımın oğulları o boş evde ilk defa canımı yaktılar. Beni hiç rahat bırakmadılar.

On gün önce kaçtım. Denize gitmek istedim. Balıklar yesin istedim. Dalgalarda boğulmak istedim. Deniz beni yutsun istedim. Son defa dünya mavi olsun istedim. Kocaman suda yıkanmak istedim. Olmadı.

Beni geri getirip tavana astılar.

Zuhal Özden
05.07.2010
İstanbul/Denizin Kenarı
Bugün deniz suskundu.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Kadın Halleri

Bir kadının başına gelebilecek en kötü şey evlendikten sonra kabak tadı veren bir ilişki olsa gerek. Bizler birini seçtiğimizi ilan ettiğimizde bunu fazla önemseriz. Hata yaptığımızı anladığımızda ise geri dönmemiz kolay olmaz. İtiraf etmek istemeyiz yanlış seçim yaptığımızı. Erkek gibi düşünmeyiz. Biz bir kitabı okuduğumuzda şayet beğenirsek, bir müddet onun hissettirdiği duyguyla yaşarız. Okuduklarımızı pratiğe geçirmemiz duygusal manada olur. Biz kullanma klavu okumadan da bir bütünü oluştarabiliriz. En azın bir klavuz okumak tüm bileşenlerin mantığını kavramamızı sağlar. Erkekler alıntılar yapar. Paragrafları olduğu gibi alır hayatlarının içine koyar. Bir çoğu beğendiği kitabın sayfa numaralarını ezbere bilir. Biz sadece duyguyu taşırız. Adı bile aklımızda kalmaz bazen.

Onların arkadaşlıkları çocukluklarına dayanır. Fazla bir şey beklemedikleri için uzun süre arkadaş kalır, kolay anlaşırlar. Biz sevgilimize bakışını beğenmediğimiz arkadaşımızı, çok kolay hayatımızdan çıkarmayı beceririz.

Kocalarımız için aynı şey geçerli değildir. Erkeklerimiz bizi hayal kırıklığına uğrattığında hayatımızı, kendimizi gözden geçirir yeni kararlar alırız. Bir kabuğumuzu kırar, yaramızı sarar daha tecrübeli düşeriz yollara. Haritamızda ki çizgiler kalınlaşır.

Şarkıları ciddiye alırız. Bizi avutur bazen, en yakın arkadaşımızın sözlerinden daha şifalıdır.

Günlerdir aynı albümü dinliyorum. Onunla tanıştığımda dinlediğim şarkılar çalıyor bilgisayarımda. Eski duygularımı hatırlamaya çalışıyorum.

Resimler dökülüyor zihnime, duyguları hatırlayamıyorum.

İşten çıkar koşarak evine giderdim o zamanlar. Bekar eviydi, pisti. Titiz kadınımdır. Her yerde yemek yemem. Hafta sonlarını mutfağımı, banyomu kırklamakla geçiririm. O zamanlarda öyleydim.

Bekar evinin pisliğini görmezdi gözüm. Yemek yerdik. Bazen seviştiğimiz yatağın başucunda duran mayoneze ekmek banar, akşam yemeği yapardık. Onunla yaptığımız her şey bana çok özeli zevkli gelirdi.

Birlikteliğimizin hayal kırıklıkları olmasına rağmen hep eğlenceli yanlarını görmeye, birlikte olduğumuz anların özel olduğunu düşünmeye çalıştım. Başardım da. İşin kötü tarafı, artık böyle bir çaba harcamak istemiyorum.


Elimdeki kitabı fırlatıp atmak geliyor içimden. En sevdiğim kitabı bile açıp tekrar tekar okumam. Bende uyandırdığı ilk etki ikincisinde her zaman kaybolur. Bundan hoşlanmam.

Miyadı dolmuş bir ilişkiyi zorla sürdürmenin, anlamlı kılmaya çalışmanın zaman kaybı olduğunu biliyorum.

O da beni sevmiyor artık. Bana baktığında sinirlendiğini hissediyorum. Benimle olmaktan hoşlanmıyor. Bunu hissetmek acı veriyor.

Alışkanlıklarımdan kurtulup yeniden bir hayat kurmanın yollarını düşünüyorum bugünlerde. Tembelim. Yenilikler konusunda kaplumbağa hızıyla ilerlemek kanımda var. Emin olmadığım adımı atmak istemiyorum. Mantığımla duygularımın denk gelmesini bekliyorum. Her adımımım da denge istiyorum. Bu beni yavaşlatıyor. Biliyorum ki dengeyi sağladığımda her şey istemsiz kendiliğinden olacak.

Yorgunum. Canım kitap bile okumak istemiyor.

Sevişmek güzelde, yeniden savaşmaya gücüm yok.

Ona beni sevmiyorsun artık, ben de heyecanımı, isteğimi kaybettim desem, biliyorum beni suçlayacak. Onun yaşama biçimi başkalarıyla mukayeseden geçiyor. Başkalarını eleştirerek kendini sorgulama yöntemini benimsemiş.

Anlamak hiç bir şeyi çözmüyor. Tanımak, aklından geçenleri hissetmek bazen bunaltıcı oluyor.

Ben başkalarının mutsuzluğu üzerinde mutlu olamam ki.

Kendimi bensiz de dünyanın döneceğine ikna etmeye çalışıyorum bu aralar.

Zuhal Özden

3 Temmuz 2011 Pazar

Bizim Evin Halleri

Benim babam çok kızgın bir adam. Bize hep bağırır. Bazen annemi kardeşlerimi döver. Annem onun parası olmadığı için kızgın olduğunu söylüyor.

Polisler beni sokakta bulduklarını zannedip evimin nerede olduğunu sordukları gece onlara evimin adresini vermek istemedim. Beni karakola getireceklerini söylediklerinde aklıma abimin söyledikleri geldi. Onu nezarete atmışlar. Pazarda kadının teki hırsız çantamı çaldılar diye ortalığı veryansın edince abimi yakalamıştı polisler. Ama o suçsuzdu. Cüzdanı nere ye attığını sormuşlar. Yemin billah etmiş “suçsuzum” demiş inanamamışlar. İçerde yat aklın başına gelsin demişler. İki gün tuttular. Çok dövmüşler. Anneme küfür etmişler. Ne zaman polisleri görse küfür eder o yüzden ama onlardan korkuyor biliyorum. Babamı gördüğünde yaptığı gibi omuzlarını düşürüyor gözlerini daha çabuk kırpıyor onu tanırım ben. Altı yaşında bir çocuğun gece yarısı üçte sokakta olmasına alışık olmalarına rağmen o gece beni evime götürmek için çok uğraştı polisler. Bırakmaya niyetleri yoktu. O gece yeterince para kazanamamıştım. Kışın bizim işler kesat olur. Kimsenin burnu akmaz ki mendil alsınlar. Kızlar alıyor en çok zaten onlarda çantalarında mutlaka bir tane olsun isterler. Neyse ben işte karakola gitmektense eve gidip babamdan dayak yemeye razı oldum. Getirdiğim parayı beğenmezse beni eve almazdı bazen üşenmezse döverdi beni. Bizim evin giriş bileti kazandığımız paranın miktarıydı. Tabii bunu onlara anlatamazdım. İşte o gece babam çok kızdı. Hem param yoktu hem de polisleri peşime takmıştım. İki gün ağrılarım yüzünden işe çıkamadım. Annem olmasa dayak çok dayak yerdim aslında. Ölürsem hapse girermiş. Annem öyle söyledi. O da sadece küfretti. Bana her baktığında.

Bugün amcam geldi. Küçük olanı. O babamdan daha neşeli. Çünkü onun bakkal dükkanı var. Abim onun mahallenin çocuklarına bali, esrar sattığını söylüyor. İsmet bali içiyor. Belki ondan alıyordur. Bilmiyorum. Ama ben içmem. İsmet hep uykusu var gibi dolaşıyor. Herkes onu görmezden geliyor. Hiç konuşmuyor zaten. Bazen deli gibi gülüyor. Neden gülüyorsun diyorum. Hiç diyor. Abim o çok yaşamaz diyor. Beyni ölüyormuş. O yüzden gözleri öyleymiş. Sanki hep başka yere bakıyor. Uzakta benim görmediğim bir şeyleri görüyor sanki. Ne var lan orada diyorum. Hiç diyor. Ben de siktir git piç diyorum. Babamın söylediği gibi. Gülüyor. Daha çok sinir olsam da uzatmıyorum. Garibim zaten deli. Günahsız annemin dediği gibi. Bir de ben mi vurayım.

Amcam bugün anneme ne söyledi bilmedim önce. Oturduğu yere çöktü annem tıpkı babam başına yumruk savurduğu zamanlardaki gibi kafasını iki elinin arasına aldı. “amanın”diye bağırdı. Sen ne diyorsun emin mi gerçek mi diyorsun. Doğru söyle vurdular mı öldü mü evimin direği. Kim ki evinin direği. Abimi mi vurdular dedim anneme. Dizlerimin üzerine oturdum. Annemin gözlerine bakmak istedim. İsmet gibi beni görmedi. “Sen ne diyorsun Emin sahi mi dersin öldü mü “ Amcam sakin ol, çocuklar diyordu. Anlamıyordu annem.

Babamı vurmuşlar. Gece gelmedi eve. Annem beddua ediyordu ben yatarken. Geberesice Allah bilir nerede kumar oynuyor Allahın belası” diyordu. Kumar masasında kavga çıkarmış babam. Bıçaklamışlar. Morgdan çıkarmak lazımmış. Para lazımmış. Amcam ödermiş ama zaten borcumuz varmış ona buralar sıkışıkmış herkes veresiye alıyormuş. Kimsede yokmuş ki onda olsun.

Ölüm demek dayak yok demek. İstediğim zaman eve girebilirim belki. Hatta kendime şu havaya fırlatınca ışıklar saçan oyuncağı bile alabilirim. Babam duvara yapışan örümcek adamımı sobaya atıp yakmıştı. Sakız gibi erimişti bir anda. Oysa duvara bile yapışmıyordu. Bir ayağı koptuğu için vermişti Osman ağbi onu bana. Dedim ya babam kızgın adamdı.

Zuhal Özden

26 Haziran 2011 Pazar

Kurtla Kuzu Masalı

Kurtla Kuzu Masalı


Türk İntikam Tugayları Evrensel ve Agos Gazetesinin çalışanlarını tehdit etmişler. Ayrıca bazı yazar ve siyasilerinde isimlerini sıralamışlar, süre vermişler 1-15 Ağustos tarihleri arasında ülkeyi terk edeceklermiş, üstelik bunu gazetelerde ilan edeceklermiş.

Oldu giderken ne giysinler, yanlarına ne alsınlar.

Oğlumdan bir bardak su isterken bile ricacı olan ben, onların bu pervasızlıkları sayesinde kendimi tutamıyorum.

Her sabah kalktığımda okuduğum gazetenin sayfalarını haberleriyle kirletmişler. Üstelik sinirimi zıplattılar.

Ben de sizin adınızı duymak istemiyorum. Bir yerde var olduğunuzu bilmek beni huzursuz ediyor. Kahkahalarım yüzümde donuyor bu aralar.

Bakın bugünlerde varlığınız geleceğime gölge düşürüyor.

Pervasızlığınızın dönüp dolaşıp sizi bulmasını arzuluyorum.

Bir film kahramanını hatırladım sayenizde.

O genç adam yaşadığı şehirde terör estiren, Nazi hayranı biriydi. Kapısının eşiğinde bir zencinin kafasını ezip öldürdüğü için hapse girdi.

Hapishane onun hüküm sürdüğü şehrine benzemiyordu. Duş aldığı bir gün, onu en azmanından birkaç zenci köşeye sıkıştırmış taciz etmişti. Genç adamın ayıp yerine 36 dikiş atmak zorunda kalmıştı hapishanenin doktoru. O günden sonra pek bir mazlum olmuştu kahramanımız, onu koruyan, akıl verende çalıştığı çamaşırhanedeki başka zenci olmuştu.

Cezası bitip evine döndüğü zaman geride bıraktığını sandığı günahları peşini bırakmamıştı. Kapısının eşiğinde kafasını parçaladığı zencinin erkek kardeşi aynı okulda okuyan küçük kardeşini okulun tuvaletinde kıstırmış silahla öldürmüştü. Genç adam kardeşinin ölümüne çok üzüldü.

Bir zamanlar döverek seviştiği sevgilisi de artık onunla sevişmek istemiyordu. Onun sertliğine alışan sevgili, sevgi dolu yumuşaklığını sevgisizlik, beceriksizlik olarak yorumlamıştı netekim.

Bu dünya hepimizin, kendimize ait olan geçmişiz ve geleceğe taşıdıklarımız.

Lütfen gölge etmeyin.

Zuhal Özden

23 Haziran 2011 Perşembe

Cehennemi Cennet Sananlar Olmasa

Cehennemi Cennet Sananlar Olmasa



Leyla Zana ve iki arkadaşı meclisteki yeminlerini ana dillerinde yaptıkları için tutuklanmış hapse girmişti. Öncesinde gazetelerde küçük bir kızı olduğunu sabah kahvaltısı için ailesine ekmek almaya giderken çekilen fotoğraflarını görmüştüm. Hapse girdikten sonra iki arkadaşı birlikte yine hapishane resimleri vardı gazetelerde. O zaman kendimi düşünmüştüm. Oğlumun ben hapse girersem neler hissedeceğini, sonra küçük kızı. Annesini kim bilir ne kadar özlediğini, sabah kahvaltılarında, akşam yemeklerinde, gece yatağına uzandığında neler hissedeceğini tahmin etmeye çalışmış, bir cam kırığı daha yutmuştum.

Oğlum sekiz yaşındayken birlikte yazlık evimize gitmiştik. Tek sohbet ettiğimiz aile, evimizin yanında günlük alışverişimizi yaptığımız manav Ahmet ve eşiydi. Ahmet karısıyla bana haber gönderir, bir şeye ihtiyacım olduğunda maddi problemlerim konusunda çekinmeden onlara söyleyebileceğimi iletmişti. Kendimi güvende hissederdim. Oğlum onların çocuklarıyla sokakta oyun oynardı. İlk defa bensiz bahçede oynamaya başlamıştı. Birlikte bisiklete biner, denize girerlerdi. Ben Ahmet’in eşiyle kaldırımda oturur, sattığı fındıkları ayıklamasına yardım eder, sohbet ederdim.

Cumartesi annesiydi. Geleneksel kıyafetleriyle gezerdi. Başındaki örtüsünü kendi yöresine has bağlardı. Ondan çok şey öğrendim. Pratikte öğrene bileceğim, kitaplarda olmayan, gazetelerde sözü geçmeyen duyguları, olayları ondan öğrendim.

Kendime dönüp hayıflandığım zamanlar çok oldu. Benim de bir ana dilim vardı ama konuşmayı bilmiyordum. Oğluma sadece adını vermiş ama dilini öğretememiştik. Bizim evimizde bir Türk gibi yaşanıyordu. Ahmet ‘in oğulları kızları kimliklerinin farkındaydı. Anne babaları hal dilleriyle kültürlerini evlerinde yaşatmayı başarmışlardı. Bu konuda hep kendimi onların eksik hissettim.

Ertesi sene yazlığa gittiğimde Ahmet yoktu, yaşadığı şehirde kendi partisinin başkanı olduğu için tutuklanmış, hapse girmişti.

Oğlumun saçlarını onun kuzeninin berber dükkanında kestirirdim. O da tıpkı Ahmet ve ailesi gibi insan yürekliydi.

Her seçim sonrasında kapatılan partiler, hapse atılan insanlar bana devletin kendine ne kadar güvensiz olduğunu hissettirmiştir. Onlardan bir sürü insan tanıdım. Öfkeli değil tam tersine sabırlıydılar. Huysuz babanın âlim çocukları gibiydiler.

Bugün baba yine huysuzluk ediyor. Sanki yaşlanmışta bir önceki sözünü unutmuş gibi davranmaktan yorulmuyor.

Avukat babasından günlerdir haber alamayan bir oğulla yapılan röportajı okumuştum yıllar önce, 1990 sonrasıydı. Babasının akıbeti hakkında sorulan sorulara oğul cevaplar veriyordu. Gururlu ve hüzünlüydü. Ama öfke sezilmiyordu kelimelerinde.

Babasının cansız bedeni birkaç gün sonra Sapanca’da boş bir arazide bulundu.

Benim hamurumda öfke çok fazla, hüzünde. Hayatın olumsuz yanlarıyla yaşayıp iyilik dolu yanlarında durup şükretmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Dünyanın dönme gücünü iyi insanların eylemlerinden aldığını düşünmüşümdür hep. Bu bana cennetin varlığından daha gerçek görünüyor.
Bazen insan olmaktan utanıyorum. Doğanın gölgesinde bir kedi olmak geliyor içimden. Taş olmayı arzuluyorum.

Bazen çekip gitmek istiyorum. Ama inandıklarım peşimi bırakmıyor.

Aklındaki cehennemi cennet sananlar seslenmek istiyorum.

Siz bizim varlığımızın kanıtısınız. Siz olmasaydınız ne biz kendimizdekilerin farkında olabilirdik. Ne de cehennemin. Dünya hızla döner biz hiç ölmezdik.

Bize aklınızdakileri yaşatmaktan vazgeçin.

Zuhal Özden

16 Haziran 2011 Perşembe

Dün gece kocamı öldürdüm.

Hayatımda ilk defa korkmuyorum. Belki de doğduğumdan beri ilk defa kendimi rahat hafiflemiş hissediyorum. Şimdi düşünüyorum da çocukluğumda yani bundan otuz sene önce hayalet gibi yaşarmışım. Silikmişim. İlk defa gerçekten istediğim, kendim için yaptığım bir şey var. O da birini öldürmek.

Böyle düşündüğümü hiç bilmezdim. Ama kocam Reyhan’ı yerde tekmelerken, koca karnına savururken o pis ayaklarını birden o anda ne kadar çok öldürmek istediğim insan olduğunu anladım. O odanın içinde şayet annem olsaydı, babam, amcamın yamuk kafalı oğlu Halil hepsini gözümü kırkmadan öldürürdüm. Ha bir de komşumuz beni kocama layık gören bizi birbirimize yakıştıran Hatçe kadın ah o da olsaydı onu da, hiç acımadan elimdeki baltayla kafasını ikiye ayırırdım. O kınalı saçlarını kızıla boyardım kendi kanıyla. Onca yaşına rağmen hiç beyazlamayan simsiyah saçları kıpkızıl olurdu.

Pişman değilim.

Kocamı evimizin baltasıyla parçaladığım için asla pişman değilim.

Reyhan’ı hastaneye yatırmışlar. Yediği tekmeler yüzünden ölü doğurmuş oğlunu.

Üzülmek istedim. Ağlamak. Ağlayamadım.

Kocam benim üzerime kuma getirdiğinde sevinmiştim. Artık beni rahat bırakacağı için mutlu olmuştum. Ama Reyhan evimize geldiği günden beri beni hiç rahat bırakmadı. Onu sevmek istemedim. Acımakta istemedim. Hem ben kimim ki, ona nasıl acıyım.

O her gece bana yalvardı. Her gece kurtar beni diye yalvardı." Gönderme onun yanına" diyordu.

Geceleri kocamın koynundan kaçar benim yanıma sığınırdı.

Uykusundan uyanan kocam odama dalar saçından yakaladığı gibi onu sürükleyerek odasına götürürdü. Beni tekmelemeyi ihmal etmezdi. Ağlayan kızlarımın kafalarına birer yumruk savururdu.

Biz kadınlar evin en karanlık odasında uyurduk. Kızlarımın odasına geçtiğim zaman huzurlu derin uykular uyuyacağımı sanmıştım. Ama o gecenin yarısı odamıza dalar tekmeleriyle uykumuzu bölerdi. Ölmekten korkardım. Kızlarımı öldürmesinden korkardım. Ama onun canını yakacağımı bir gün aklıma getirmedim. Ta ki o gün gelip de kumamı yani zorla kaçırıp evimize getirdiği ikinci karısını gündüz gözüyle sebepsiz, yerlerde tekmeleyene dek.

Beni bu kadar çileden çıkaran neydi bilmiyorum. Sabrımı taşıran neydi hatırlamıyorum.

Kocamın öfkeden deliye dönmüş çirkin yüzünde gördüğüm başka yüzler mi, kulağıma sürekli emirler yağdıran babamın, annemin sesleri mi, yoksa komşumuzun sahte, neşeli, yalan sözleri miydi hatırlamıyorum.

Komşumuz “Kız” diyordu “Neden suratını asıyorsun, senin yerinde olmak isteyen bu köyde ne çok kadın var biliyor musun” “Şans yüzüne güldü, adamın annesi ölmüş, kaynana dırdırı çekmeyeceksin. Hem adam tecrübeli, karısı yeni öldü. Çocuk istiyor kız, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacak, seni görmüş vurulmuş. Ne istersen alacakmış”

Koca kafalı Emin kulağıma tıslıyordu. Bunları hiç kimseye anlatmayacaksın. Anlatırsan yalanlarım. Hem kim inanır senin gibi akılsız bir kıza he. Beni kandırdı derim. Cilve yaptı. Şeytana uydum derim. Duydun mu kız beni. Çağırdığım zaman geleceksin, duydun mu. Kimseye söylemeyeceksin.

Doğru söylüyordu. Kimse inanmak istemezdi bana. Suçluydum. Doğarken yapmıştım ilk kusurumu. Kadındım.

Reyhan yerde bağırmıyordu. Kızlarım ocağın kenarına sinmiş korkudan ağlayamıyordu. Kulağıma tıslamaya devam ediyordu Emin. “Kimseye anlatmayacaksın” Babamın sesi geliyordu uzaklardan “Rahimeee su getir.” Ceza keser gibiydi sesi.

Önce sırtına sapladım elimdeki keseri. Kanlar fışkırdı. Ölmüş anasından derman diledi kocam. Dizlerinin üzerine çöktü. Başı dizlerime değiyordu. Onu bir tekmede savurdum. Kızlarım adımı seslendi. Reyhan “Abla”dedi. Duramazdım.

İlk defa yaptığım bir şey bana zevk veriyordu. Bir daha indirdim baltayı kocamın üzerine. Anlında kocaman bir yarık açıldı.

Yorulmuştum.

Bugüne kadar taşıdığım yüklerden daha ağır geliyordu elimdeki balta. Taşımaya gücüm yetmedi. Tükendim.

Tıpkı kocam gibi bitkin dizlerimin üzerine çöktüm bende. Kızların çığlıklarına gelen komşular kapıyı yumrukluyordu.Yerde, yeni sildiğim halının üzerindeki kan gölü, evin tahtaları arasında kendine yol bulmuş, evimizin tabanına sızıyordu.

Zuhal Özden
İst.17.06.2011

Özürüm Doğuştan

Dün gece kocamı öldürdüm. Hayatımda ilk defa korkmuyorum. Belki de doğduğumdan beri ilk defa kendimi rahat hafiflemiş hissediyorum. Şimdi düşünüyorum da çocukluğumda yani bundan otuz sene önce hayalet gibi yaşarmışım. Silikmişim. İlk defa gerçekten istediğim, kendim için yaptığım bir şey var. O da birini öldürmek. Böyle düşündüğümü hiç bilmezdim. Ama kocam Reyhan’ı yerde tekmelerken, koca karnına savururken o pis ayaklarını birden o anda ne kadar çok öldürmek istediğim insan olduğunu anladım. O odanın içinde şayet annem olsaydı, babam, amcamın yamuk kafalı oğlu Halil hepsini gözümü kırkmadan öldürürdüm. Ha bir de komşumuz beni kocama layık gören bizi birbirimize yakıştıran Hatçe kadın ah o da olsaydı onu da hiç acımadan elimdeki baltayla kafasını ikiye ayırır. O kınalı saçlarını kızıla boyardım kendi kanıyla. Ona yaşına rağmen hiç beyazlamayan simsiyah saçları kıpkızıl olurdu.
Pişman değilim. Kocamı evimiz baltasıyla parçaladığım için asla pişman değilim. Reyhan’ı hastaneye yatırmışlar. Yediği tekmeler yüzünden ölü doğurmuş oğlunu. Üzülmek istedim. Ağlamak. Ağlayamadım. Kocam benim üzerime kuma getirdiğinde sevinmiştim. Artık beni rahat bırakacağı için mutlu olmuştum. Ama Reyhan evimize geldiği günden beri beni hiç rahat bırakmadı. Onu sevmek istemedim. Acımakta istemedim. Hem ben kimim ki ona nasıl acıyım. O her gece bana yalvardı. Her gece kurtar beni diye yalvardı. Gönderme onun yanına diyordu. Geceleri kocamın koynundan kaçar benim yanıma sığınırdı. Uykusundan uyanan kocam odama dalar saçından yakaladığı gibi onu sürükleyerek odasına götürürdü. Beni tekmelemeyi ihmal etmezdi. Ağlayan kızlarımın kafalarına birer yumruk savururdu. Biz kadınlar evin en karanlık odasında uyurduk. Kızlarımın odasına geçtiğim zaman huzurlu derin uykular uyuyacağımı sanmıştım. Ama o gecenin yarısı odamıza dalar tekmeleriyle uykumuzu bölerdi. Ölmekten korkardım. Kızlarımı öldürmesinden korkardım. Ama onun canın yakacağımı bir gün aklıma getirmedim. Ta ki o gün gelip de kumamı yani zorla kaçırıp evimize getirdiği ikinci karısını gündüz gözüyle sebepsiz yerlerde tekmeleyene dek.
Beni bu kadar çileden çıkaran neydi bilmiyorum. Sabrımı taşıran neydi hatırlamıyorum. Kocamın öfkeden deliye dönmüş çirkin yüzünde gördüğüm başka yüzler mi, kulağıma sürekli emirler yağdıran babamın, annemin sesleri mi yoksa komşumuzun sahte, neşeli, yalan sözleri miydi hatırlamıyorum. Komşumuz “Kız” diyordu “Neden suratını asıyorsun, senin yerinde olmak isteyen bu köyde ne çok kadın var biliyor musun” “Şans yüzüne güldü, adamın annesi ölmüş, kaynana dırdırı çekmeyeceksin. Hem adam tecrübeli, karısı yeni öldü. Çocuk istiyor kız, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacak, seni görmüş vurulmuş. Ne istersen alacakmış” Koca kafalı Emin kulağıma tıslıyordu. Bunları hiç kimseye anlatmayacaksın. Anlatırsan yalanlarım. Hem kim inanır senin gibi akılsız bir kıza he. Beni kandırdı derim. Cilve yaptı. Şeytana uydum derim. Duydun mu kız beni. Çağırdığım zaman geleceksin duydun mu. Kimseye söylemeyeceksin.
Doğru söylüyordu. Kimse inanmak istemezdi bana. Suçluydum. Doğarken yapmıştım ilk kusurumu. Kadındım.
Reyhan yerde bağırmıyordu. Kızlarım ocağın kenarına sinmiş korkudan ağlayamıyordu. Kulağıma tıslamaya devam ediyordu Emin. “Kimseye anlatmayacaksın” Babamın sesi geliyordu uzaklardan “Rahimeee su getir.” Ceza keser gibiydi sesi.
Önce sırtına sapladım elimdeki keseri. Kanlar fışkırdı. “Anammm” diye bağırdı kocam. Dizlerinin üzerine çöktü. Başı dizlerime değiyordu. Onu bir tekmede savurdum. Kızlarımı adımı seslendi. Reyhan “Abla”dedi. Duramazdım. İlk defa yaptığım bir şey bana zevk veriyordu. Bir daha indirdim baltayı kocamın üzerine. Anlında kocaman bir yarık açıldı. Yorulmuştum. Bugüne kadar taşıdığım yüklerden daha ağır geliyordu elimdeki balta. Taşımaya gücüm yetmedi. Tükendim. Tıpkı kocam gibi bitkin dizlerimin üzerine çöktüm bende. Kızların çığlıklarına gelen komşular kapıyı yumrukluyordu. Yeni sildiğim halının üzerindeki kan gölü evin tahtaları arasında kendine yol bulmuş, evimizin tabanına sızıyordu.
Zuhal Özden
İst.17.06.2011

8 Mayıs 2011 Pazar

Annem Bizi Severdi

Annem bizi severdi. O ölme isteğiyle doğmuştu. Biliyorum çünkü aynı istek bende de var. Ağabeyim Orhan diyor ki bedenlerimiz bir bavulmuş aslında. Tanrı bizi içine koyar yeryüzüne gönderirmiş. Ağabeyim ve ben kapalı yerlerden nefret ederiz. Asansöre binmeyiz. Işıklar hiç sönmez evimizde. Kapılarımız işlevsizdir. Annemin kapısı açık, duş perdesi olmayan küvetimizde banyo yapmasını çocukluğumuzda kanıksadık biz. İkimizin de hiç kız arkadaşı olmadı. Onların annemden farklı ince uzun bacaklarını, yuvarlak kalçalarını düşlüyorum bazen, banyomuzun aralık kapısının önünden geçerken. Düşündüklerim beni utandırmıyor. Hiçbir kadın annem değil biliyorum. Onun gibi ölmeye yatmış değil.
Ağabeyimle ilkokula giderken annem ilk bedenini terk etme deneyimini yaşadı. Okuldan eve gelip, dokuz kat merdiveni yarışarak çıkmıştık. Ben kazanmıştım. Evin günlük alışverişlerini yaptığım için daha idmanlıydım. Orhan’dan korkardım. Ona söylenen işleri de ben yapardım, annem gönüllü yaptığımı sanırdı. Oysa her zaman uykularımı kaçıracak hikayeleri vardı Orhan’ın. Aynı odada uyurduk. Gece uykuya dalmadan önce, sohbet eder gibi tatlı dille başladığı konuşmasını kabusum olacak bir hikaye ile sonlandırırdı. O gün onu kızdırdığıma inanıyorsa hikayesi daha acımasız olurdu. Aslında onun söylediklerini rüyalarımda tamamlar, bazen kendi sesime uyanırdım. Saçlarım hep ıslak olurdu.
Anneme şikayet etmeye korkardım. Cezası her zaman adil olurdu, onun sağ yanağına inen tokadın ayarı benim sağ yanağımda son bulurdu. Elinin rengi ve izi her daim aynı tonda ve şekilde olurdu yanaklarımızda. Kırmızının tonu yanaklarımızda aynı zamanda uçar, acımız birlikte hafiflerdi.
Annemde diğer anneler gibi çocuklarını dokunarak severdi. Ama onun dokunması şiddetle olurdu.
O gün annemi yatağında yatar vaziyette bulduğumuzda ben uyuduğunu sanıp sevinmiştim. Bizi soru sormayacak demekti. Okulda ne yaptığımızı, arkadaşlarımızdan kimlerin bizi üzdüğünü sorgulamayacaktı. Rahatça öğle yemeğimizi yiyebilirdik. Ama ağabeyim rahat durmadı. Gidip annemi uyandırmak istedi. Onun yanına sokuldu korkusuzca, kulağını yüzüne dayadı. Ne bildiğini anlamadım. Sanki beklediği bir şey varmış gibi onun sağını solunu kurcaladı. Sonra hiç telaşlanmadan evimizin telefonundan ambulans çağırıp yardım istedi. Babamı aradı. “Annem ölüyor” dedi.
Hastanede midesini yıkamışlar.
Annem ağabeyime çok kızdı. Onu kurtardığı için hiç affetmedi. Ağabeyim aldırmadı, günlerce küsmesine ama bana hikaye anlatmaktan da vazgeçti. O da herkese küstü sanki.
Babam bizi uzaktan sevmeyi severdi. Annemle odaları ayrıydı. Uzun seyahatlere çıkardı. Annem böyle günlerde bize daha çok dokunmak isterdi. Onu anlıyordum. Ben de babamı özlerdim. Orhan bizim ciciannemiz olduğunu söylerdi. Annemden daha güzel ve neşeli olduğu için babam daha çok öbür evinde kalıyormuş.
Orhan bazen geceleri uydurduğu hikayeleri gerçek sanırdı. Kendi hayallerine çok inanırdı. Babam çalışkan adamdı. O kadar çalışırdı ki eve gelmeyi unuturdu.
Annem iş yapmayı sevmezdi. Bizi az yıkardı. Bulaşıkları yıkamayı da sevmezdi. Ütüden nefret ederdi. Babamla Orhan kendi elbiselerini ütülemeden giymezlerdi. Biz umursamazdık kırışık giysileri.
Annem hep çok işi olduğunu söylerdi. Onun sorunu bir türlü işe başlayamamaktı. Biz onun evi temizlemesinden hoşlanmazdık. Çok kızgın olurdu. Ayağına dolanan koltukla kavga ederdi. Koltuğun yanında duran kirli kül tablasını, çay bardağını yeni görmüş gibi kaldırırken öfkeden kudurur, sanki sigara izmaritleri kendinin değilmiş gibi görünmez tiryakilere küfürler yağdırırdı. Temizlediği tuvaleti o gün az kullanmak bizim beden sağlığımız için zorunlu bir gereklilik olurdu. Geceyi beklerdik.
Annem hantal bir bavulun içinde yuvarlanıp duran ağır bir bowling topu gibiydi. Onun olduğu bavula yaklaşmak insanı korkuturdu. Sürekli sesler gelirdi içinden.
Babam boş görünen, içinden ne çıkacağını bilemediğimiz eski tahta bavullara benziyordu. Onu çabuk kaybettik. Varlığı gözümüze çok çarpmadığını için eksikliğini çabuk unuttuk.
Annemin ilk intiharı başarısız olmuştu. Tek başarısı bize ölümü öğretmekti. O kapımızdaydı. Annemin gölgesiydi. Zamanla alıştık, aldırmaz olduk.
Orhan üniversiteyi kazanamadığı zaman en çok o üzüldü. Sabah odasından ses gelmeyince, aralık kapıdan başını ilk uzatan ben oldum. Onun tehditlerinden bıkan Orhan bırak demişti mutfakta çayın altını yakarken. “Rahat bırak kadını, karışma sen her şeye. “
Eskisi gibi korkmuyordum ondan. Hikaye anlatmayı bırakmıştı. Dergi okuyordu. Çizgi romanları seviyordu. Benim dokunmama izin vermiyordu. Dolabında bir koli dolusu kitabı vardı. eve erken geldiğim zamanlar gizlice, hızlıca okurdum. Komikti okudukları. Çocukça şeylerdi. Onun hikayeleri daha sahiciydi okuduklarından, sadece yasakladığı için okuyordum.
Babam artık eve gelmiyordu. Orhan ondan hiç bahsetmiyordu. Onun mutlu olduğu hayali sinirini bozuyordu belki de. Bana “bizim babamız korkak, unut onu” demişti.
Kahvaltı sofrasında huzursuz oturduğumu görünce öfkeyle kalkıp annemin odasına ilk giden o oldu. Bekledim. Annemin öfkeli, uykulu sesini bekledim. Ne ağabeyim geri geldi. Ne annem onu odasından kovdu.
Zaman dursun istedim.
Babamı düşündüm. Ciciannem, kardeşlerim gülüyorlar. Babam karısına sarılmış. Biz ağabeyimle evimizin merdivenlerinden çıkıyoruz. Ben öndeyim, o bana yetişmeye çalışıyor. Seslerimiz yankılanıyor apartman boşluğunda. Annem. O halının üzerinde uykuda.
Usulca kalktım sandalyemden, ağabeyimi yatağa uzanmış ona sarılmış buldum. İkisi de uyuyordu. Uyandırmak istemedim. İçimdeki korkuyu bir önce kovalamak için daha çok yaklaştım onlara, omzuna dokundum Orhan’ın “Ağabey” sesim çok uzaklardan geliyordu sanki ikimizde irkildik. Annem uyanmadı. Yüzünü annemin boynuna gömmüş olan ağabeyim bana döndü, sakindi. “Gitti Şamil, bizi o da bıraktı.”

Zuhal Özden

24 Nisan 2011 Pazar

Oyunlar Çocuklar İçin

Geceleri sevmiyorum. Rüyalarımda ağlayan kadın beni üzüyor. O kadını babaanneme anlattım. O da ağladı. Babaannem gözlerime bakıp, “Annenin hüznü sana miras kaldı” diyor. Daha sıkı sarılıyor bana. Benim hep gülmemi istiyor. Ama o ağlıyor. Geceleri onun yanında uyuyorum. Rüyamdaki kadın genç, ama tıpkı babaannem gibi kokuyor. Onun gibi sarılıyor bana, bir adam var, hep uzaktan bizi seyrediyor.
Biz yani dedem, ben, büyük annem dayımlarla konuşmuyoruz. O hapiste. Benim ailemi öldürmüş. Annemin karnındayken ben, onun karnına bıçaklar saplamış. Benim kolum kesilmiş, dayımın bıçak yarası ile doğmuşum. Sakin dedemlere kızmayın ,onlar benim bildiğimi bilmiyor.
Onlar benim okuyabildiğime de inanmıyorlar. Beş yaşında bir kızın kendi başına okuma öğreneceğine inanmıyorlar. Ama ben okuyabiliyorum. Benim ailem “Töre cinayeti” denen bir şeyin kurbanı. Dedem kitaplarına dokunmama izin vermiyor. Onun gazetelerini okuyorum bende. Anneme benzeyen kadını gördüğüm zaman anladım okuyabildiğimi.
Annemin adı Zaro Ermeniymiş. Babamın adı Zeki. Müslüman Ermenisiymiş. Benim adım Soney. Ben neyim bilmiyorum. Kimse bana bir şey demiyor. Bunların ne demek olduğunu da bilmiyorum. Ama dayım onlara kızmış. Onların evlenmesine çok kızmış.
Onların resimlerini kestim gazeteden. Yüzlerine bakmak hoşuma gidiyor. Karnım ısınıyor bakınca. Ben büyük annemin ağlamasından nefret ediyorum. Onları konuşmak istesem büyükannem ağlıyor. Bana öyle sıkı sarılıyor ki boğulacak gibi oluyorum.
Gazete de diyor ki annemin ailesi babamla evlenmesine izin vermemiş. Onlarda gizlice evlenmişler. Kaçıp başka bir şehirde yaşamaya karar vermişler. Dayım onları bulmuş. Eve götürmek istediğini, dedemin affettiğini söylemiş. Annem sevinmiş. İnanmış ağbisine. Ama dayım onları arabasına bindirip yola çıkardığında anlamışlar hata ettiklerini. Öldüreceğini bilmişler. Onun elinden kaçamamışlar. Kendi arabasının içinde kardeşini ve eniştesini yorulana dek bıçaklamış dayım. Babamı 24, annemi 12 kez.
Büyük annemin arkadaşı Zehra teyzenin torunu Mert çok salak. Bize geldiklerinde büyük annem onunla oynamamı istiyor. Mert’i sevmiyorum artık. Onunla oynamak da istemiyorum. Okuduğuma inanmıyor. Dayımın katil olduğunu söylüyor. “Büyüyünce sen de katil olacaksın” diyor. Kimse benimle evlenmezmiş. Annesi ona anlatmış. Benim dedem de kötü adammış. O yüzden şimdi acılar içinde ölüyormuş. Kötüler öyle ölürmüş.
Ben resim yapmayı seviyorum. Annemin resmini yaptım. En kolay gözlerini çizdim. O kadar güzel ki gözleri. Sanki onun resmine baktığım zaman, o da bana bakıyor. Defterim var benim. Boya kalemlerimde. Bazılarının renkleri açık, bazıları kapalı. Ben kapalı maviyi, kırmızıyı çok seviyorum. Ailemizin resmini yaptım. Annem siyah uzun saçları, kırmızı elbisesiyle bize yemek pişiriyor. Babam televizyon seyrediyor, mavi kanepemize uzanmış. Ben halımızın üzerinde bebeğimle oynuyorum. Mutfaktan büyükannemin köftesi kadar lezzetli köfte kokusu geliyor. Halımız kapalı mor. Bebeğim ve ben mutluyuz. Penceremizde üzerine pembe kelebekler çizdiğim perdelerimiz var. Avizelerimizde pembe. Ne yapayım ben pembeyi de seviyorum.
Bazen rüyalarımda ağlayan o kadını, annemi gördüğüm zamanlar, uyandığımda, bir bebek gibi ağlamamak için kapalı renk kalemlerimle ipler çiziyorum, ucunda bir adamın sallandığı. Neden bilmem. Ama ne kadar çok çizersem ağlamam o kadar çabuk geçiyor.

Zuhal Özden