4 Ocak 2011 Salı

Bir Varmışta İki Yokmuş

Çingenelerden korkmazdım. Onların atları vardı. Açık havada çimenlerin üzerinde yatarlar, yemek yerlerdi. Çadırlarda uyurlardı. Ateş yakarlardı geceleri. Kendilerinden olmayanları umursamazlardı. Kavga ederlerdi. Benim tanıdığım Çingeneler sessiz, kendi işinde, suratları asık, suratlarında ne hissetleri anlaşılmayan değişik insanlardı.
Büyükler çocukları korkutmak için, “Çingene çalar” derlerdi. Uzaklara, öyle kafana göre gitmeye kalkarsan, Çingeneler alır götürürdü çocukları.
Ben korkmazdım. Ben bir sürü şeyden korkardım. Neden korktuğumu bilmeden korkardım. Ama bana hiç bir şeyin dokunamayacağını düşünürdüm yine de? O kadar kötülük olamazdı benim etrafımda, bana kıyamazlar gibi gelirdi. Öyle hissederdim. Korkardım. Ama dokunulmazlık gücünü nereden alırdım bilmem. Tanrıyı fazla tanımazdım. Onu fazla düşünmezdim o zamanlar. Hep kendimle meşguldüm. Bir de etrafımda gözüme değen insanlarla.
Amcam Çingenelerden küçük bir at satın almıştı. Suyun kenarında çimenlerde otlarda. Kuğruğunu sallardı, üzerine konan sinekleri kovmak için. Yanında hep küçük sarışın bir kız olurdu. Saçları sarı, gözleri maviydi. Onca esmerin arasında o beyaz tenli, sarı saçlı kızın olması bana şüpheli gelirdi. Elbisesi bile beyazdı. Kirliydi ama beyazdı. Onun bizden biri olduğunu, Çingenelerin onu çaldığını düşünürdüm. Yüzündeki kiri mutsuzluğundan sanırımdım. Tek başına çimenleri koklayan, kuyruğunu savuran atla, o beyaz elbiseli kız sanki hiç ayrılmazlardı.
Amcam atın bakımını onlara bırakmıştı. Tüm yaz onların yanında kalmıştı amcamın küçük öksüz atı. Ben büyük bir kadın olsaydım, içimden öyle geçiyordu, o küçük kızı alır önce yüzünü yıkar, yanımdan hiç ayırmazdım.
Ama bir kadın vardı. O beni korkutuyordu. Her gece gelir yatağımın kenarına oturur, konuşurdu. O kadar çok konuşurdu ki bir zaman sonra, dediklerinin başını kaçırır, sesini duymaz olur, sadece konuşan görüntüsüne bakar, uyanmaya çalışırdım. Korkardım ondan. Korkumun nedeni, sadece bana görünmesiydi. Bana kafayı takmıştı. Sürekli konuşuyordu. Sesi kapalı ekrandaki bir görüntü gibiydi rüyam, ama yine de sürekli tekrarlanması korkutucuydu.
Onu görmemek için, geceleri annemlerin kapısına gider, beni içeri almaları için yalvarırdım.
Bana hiç kapıyı açmadılar. Aralarında güvenle uyumama izin vermediler. Kocaman bir kızdım. Bahane uydurduğumu sandılar.
Ben de uyumak yerine gecenin sesini dinlemeyi öğrendim. Çingene kadını rüyalarımdan kovamıyordum. Ben de uykularımı terk ettim.
Kendimi oyalamak için tüm gün neler yaptığımı düşünürdüm. Kardeşlerimle kavgalarımı, annemden işittiğim haksız azarları, ona veremediğim cevapları tasarlardım kafamda. Onlarla sonu gelmeyen kavgalara tutuşurdum.
Hüzünlenirdim. Ağlardım.
Yeniden haksızlığa uğramış hissederdim kendimi, küserdim. Kendime acırdım, isyan ederdim.
Annemin fısıltılarını duyardım yan odadan. Bazen babam fısıldar, annem minicik kahkahalar atardı. Mutlu olurdum. Bende gülerdim sebebini bilmeden. Annemin kahkahasına ortak olurdum.
Düşünmekten yorgun sızardım.
Uyurken yüzümde, ya çarpık bir gülüş, ya da küskünlük olurdu büyük ihtimal.
Sabahları babam tıraş olurken şarkı söylerdi. Anneme şakalar yapardı.
Bir boksör gibi yüzünde traş köpüğü, kahvaltı sofrasını hazırlayan karısının etrafında dolanır, kollarına yumruklarını dokundururdu. Minik fiskeler vururdu. Annem etrafında vızıldayan arıya aldırmayan biri gibi işine devam eder, arada oflayıp babamı başından kovardı.
Onları seyrederken içime hüzünlü bir huzur dolardı. Bir gün bu manzaranın yok olacağını hissederdim. Ne zaman çok sevinsem, güzel bir şey gördüğüme inansam mutlaka tam tersi olan kavramı da aklıma getirmek, benim düşünme şeklimdi. O yüzden hiçbir zaman tam mutlu olamazdım.
Babam arabasını değiştirip, daha yeni bir modelini aldığında bizi gezmeye çıkarırdı. Ben evden çıkmadan önce, bir köşede dua ederdim. “Tanrım lütfen bize dokunma” derdim. “ Biz mutluyuz.”
Tanrıyı biliyordum artık. Teyzem tırnaklarını boyarsan cehennemde yanarsın demişti. Tanrı çok büyük, insanları çok seviyor, onların iyiliğini istiyor. Her yerde görüyor onları. Ona sormaya korkmuştum. Peki o zaman neden kırmızıyı sevmiyordu? Bence kırmızı oje güzeldi tırnakta. O kadar çok günah olan şey vardı ki düşününce başım ağrıyordu. Ben bir tek ölüme inanıyordum.
Baharda açana çiçekler bana bir gün öleceğimi hatırlatırdı. Ne zaman bahar gelse “Neyse bu senede baharı gördüm “derdim.
Parlak yeşil çimenler, toprağın altındaki karanlığı da aklıma getirdi.
Hastalıkla bir ruha doğuştan sahiptim belki de ben.
Bir gün kız kardeşim “Annemle babam sevişiyorlar” dedi. Dünya başıma yıkıldı. Böyle ayıp bir şeyi neden yapsınlardı. Çok düşünmedim üzerinde hemen aklımdan sildim. O yaşlarım yalın gerçeklerimi uzun süre yanımda taşıyacağım yaşlarım değildi.
Babamın sesi çok güzeldi. Direksiyonun başına geçtiğinde mutlaka şarkı söylemeye başlardı. Türk sanat müziğini severdi. Sesi beni hüzünlendirirdi. O zaman henüz aşkı tanımıyordum. Sevgilinin terk ediş acını tatmamıştım. Özlemeyi bilmiyordum. Ama babamın hüzünlü sesinde aşık olur, aşk acısı çekerdim. Sevgilim terk ederdi, ayrılık acısı çekerdim. Ayrılık ölümden beter olurdu.
Annem kızgın olduğu zaman şarkı söylerdi. Onun şarkıları içimi acıtırdı. Onun şarkılarından hoşlanmazdım. Mutsuzluğundan hoşlanmadığım gibi. Babam neşelenince şarkı söylerdi.
Onun öfkesi de saman alevi gibiydi. Ne zaman neye kızdığını anlamazdım. Birden kızar bizi odamıza yollardı. Biz odamızda küskün, hatamızı anlamaya çalışırken, kapıdan girer özür dilerdi.
Babam ve ben küstüğümüzde, bir yanımız eksilir. Eksik yanımızla uzun süre yaşayamayız biz. Sevdiklerimizden hiçbir yanımızı esirgemeyenlerden, kollamayandanız.
Babam anneme şakalar yapardı, biz gülerdik. Annem babamı azarlardı, biz küserdik.
Çocuklar ev hallerinin aynası oluyormuş.

Zuhal Ozden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder