22 Ocak 2011 Cumartesi

Kaliteli Bir Hayatı Herkes Talep Etmeli

Kocam ne zaman bir televizyon dizisi, ya da programı çekmeye başlasa çok gergin olur. Sürekli birilerine bağırır, hızını alamaz, eve taşır gürültüsünü.
Gerginliğinin sebebi, anlattığı, almak istediği sonuçla ilgilidir. Hayal ettiği, kafasında tasarladığı, olmasını istediği işin en mükemmel haliyle ekrana yansımasını ister.
Düşüncelerinizi başkasına anlattığınızda onun kafasında oluştuğu resimse her zaman aynı olmaz. Bu işin soyut yönüdür. Bir de teknik aksaklıkların, ince detayların doğru olarak hayata geçirilmesi problemi vardır. Ne kadar detaylı çalışırsanız, o kadar çok insanla muhatap olacaksınız demektir.
“İpsiz Recep” dizisi çekilirken, tarihe dokuya uygun bir mekan yaratılmış, kaldırımlar dahil ona göre döşenmişti. Onca mali külfetin sonunda dizinin izlenme oranlarında şayet bir istenmeyen bir durum çıksa, kaldırılma riski içten bile değildi.
Böyle bir olasılık karşısında yapımcının görevi kanaldan parasını sözleşme koşullarına uygun alamasa da, oyuncuların ve ekibin parasını ödemektir.
Bir mahalle dizisinde çekim yaptığımız mekanı, semtin kabadayı gençleri basmıştı. Hızlarını alamamış ekibin kaldığı otele kadar gelip içeri girmiş, ekibin elemanlarını taciz etmişlerdi. Nedeni çalışanlar kızlardan birinin gönül ilişkisiydi.
Bazen ekip çalışmalarında, sizin kontrolünüzden çıkan olaylara da rastlamanız mümkün.
“Sekiz Ülke Sekiz Yönetmen Mimar Sinan” Belgeselinde kostümlerin hazırlanması, sahnelerin çekileceğin mekanlardan izin almak, onların şartlarına uygun çekimler yapmak oldukça yorucu bir çalışma gerektiriyordu.
Öncesin de danışmaların gözetiminde, detaylı bir araştırma yapılmış, senaryo hazırlanmıştı.
Gala günü gelip çattığında, eşim oğlumun doğumunda ya da nikah günümüzde görmediğim kadar heyecanlıydı. Dokunsanız ağlayacak kadar da duygusaldı.
Tüm bunca özel şeyi anlatma sebebim “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin bizim evde seyredilme durumundan bahsetmek için giriş yapmak istedim.
Dizi başladığında eşim kostümlerin ve çekimlerin muhteşem olduğunu söyledi. Tek abartık bulduğu sahne, Hürrem’in Kanuni’nin karşısında kıvırtarak oynamasıydı. “Yok artık” dedi “Bu fazla olmaz o zamanlar padişahın yüzüne kim bakabilirmiş böyle” Dizinin yapımcısını sabah tebrik edeceğini de söyledi elbet.
Evet, bu bir dizi sadece, yani hayal ürünü! Kimse cennete gidip geri gelmedi. O dönemde padişahın karşısında raks eden bir kadın günümüzde yaşamıyor. Sadece kaynaklardan bilgi sahibi olabilir, üstüne hayallerimizi katabiliriz. Biz kitapların yalancısıyız.
Tarihi yapımlarda, temel kurgu ve o yıllarda geçen olaylarda kronolojik gerçeklere bağlı kalırsınız ama ince detaylar senarist ve yönetmenin hayal gücüne kalmıştır.
Bir ziyafet sofrasında, domates salataya doğranmışsa, ama o dönemde meyva olarak yeniyorsa, hatta henüz tanınmıyorsa buna itiraz etme hakkınız vardır.
13 yy geçen bir olayın içinde 16 yy ait bir atlı araba görürseniz kıyameti koparır, senaristi cahil olmakla suçlayabilirsiniz, hatta davranış ve konuşma şekillerini kontrol edebiliriz.
Ama yaşayıp şahit olma imkanınızın olmadığı bir konuda fikir yürütebiliyorsanız, başkasının da düşüncelerine saygı göstermek zorundasınız.
İlk senaryomu, belki de acemi olduğum için ya da bana güvendikleri için Piri Reis’in hayatını yazarak başlamıştım. Bana sorarsanız oldukça başarılıda olmuştum. Ama eşim bir Hollywood senaryosu yazdığımı, kendisinin o kadar bütçesi olmadığını, çekemeyeceğini söylemişti. Şimdi senaryom bir köşede hollywood yapımcılarını bekliyor.
Arkadaşımla ben o senaryoyu yazarken çok fazla kaynak kitaptan yararlanmıştık. Ve yazma işini planlamıştık. O okumalarda daha başarılıydı. O yüzden gerçeğe bağlı savaş sahneleri. Saray konuşmalarını yazdı. Ben halk dilini kullandım. Sıradan insanları sıradan olayları konuşturdum, yarattım. Hepsi o dönemde olabilecek, sıradan olaylardı. Tayfaların konuşmaları, esnafın ev dedikodusu, sıradan halkın sevdaları bunlar benim konumdu.
O dönemin kıyafetlerini araştırdık. Hangi tür silahlar kullanıldığını, denizde gemilerin adlarını, şekillerini, tayfaların adlarını, durumlarını, mesela göğüslerinde boncuklar vardı tayfaların. Sefere çıkmadan önce söyledikleri özel bir dua vardı. korsanların kanunlarını öğrendik.
Korsan hikayeleri okuduk. Onlardan hikayeler devşirdik.
Dönem hikayesi yazmak zordur. En ince detayına kadar düşünmeniz gerekir.
Geçen gün bir kadın toplantısında “Muhteşem Yüzyıl”ı dizisini seyretmemeleri gerektiğini birbirilerine telkin eden kadınlara şahit oldum.
Oysa tüm gün sabah programları var, hayal edemeyecekleri gündelik kötülükleri farkında olmadan evlerine soktukları, üzüldükleri, günlük enerjilerini boş yere tükettikleri programlar.
Oysa böyle bir dönem hikayesinde, en azından okulda öğrenip, ders diye burun kıvırdıkları hatta belki okula gitmedikleri için öğrenme fırsatını hiçbir zaman bulamadıkları tarihten minik bir kesit öğrenme şansını yakalayacaklar.
Bu günü anlayabilmek için geçmişi çözmek, anlamak gerekir oysa ki.
Bunun içinde hayat tecrübesi gerekir. Hayat tecrübesi, görmek, duymak, algılamakla olur.
İstediğiniz yere bakar, bildiğinizi sandığınızı duymakla geçirirseniz ömrünüzü, hiç büyümeden, doğduğunuz basamakta tükenir ömrünüz.
Bugün okumaya başladığım Albert Camus’un kitabında cümle şöyle başlıyor. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir”
Felsefe sadece filozoflara mâl edilecek bir kavram, düşünce değildir. Sıradan tüm insanların kendilerine ait felsefi düşünceleri vardır. Ya bunu adının farkında değillerdir. Ya da başka isimle adlandırırlar. O yüzden kimse kendisini sorunun öteki tarafında düşünmesin.
Hacmi olan herkesin tıpkı ölmemek için olduğu gibi yaşamak için de bir sebebi olmalıdır.
Bunun içinde kaliteli, korkusuz, sınırsız bir bakış gerekir.

Zuhal Özden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder