26 Mart 2010 Cuma

Merdivenleri Hızla Çıkmak

Bir pazar sabahıydı sanırım, gündüz cafe Biostro 33 de kahvaltı ettik kuzenimle. Sonra başka bir arkadaşımız geldi. Güzel, neşeli, aydınlık bir gündü. Biz de güne ve mekana uyduk. Akşama kadar oyalandık orada. Akşam üzeri kocam arayıp bize katılmak istedi. Sinemaya gitmek istiyorduk. O zamanlar herkesi bir “Avatar” heyecanı sarmıştı. Üç boyutlu, simgesel bir geleceği görmenin girdabına, biz de kapıldık. Heyhat ki seçtiğimiz sinemada hata yapmıştık. Önceden biletlerini aldığımız sinemada, film üç boyutlu gösterilmiyordu. Biz de başka bir filme girmeye karar verdik. Filmi ben seçtim. Adı “Vavien” di. Daha önce frangmanını seyretmiştim. Diyaloglar ilgimi çekmişti. Başroldeki iki oyuncuyu daha önce komedi rollerinde izlemiştim. Oysa bu filmde farklı rollerde görünüyorlardı. Oyunda dram vardı. Öyle görünüyordu. Bir de ismi dikkatimi çekmişti. Türk filmi için fark bir isimdi. Neden bu ismi seçtiklerini merak etmiştim. Bunu öğrenmek istiyordum.

Bir filmi ya da bir kitabı okurken, önce isminden yola çıkarım. En özünde beni yönlendiren aslında hislerimdir. Film festivallerini bu yüzden çok severim. Elime kitapçığı alıp gününü belirlediğim bir zamanda, hoşuma giden filmlere girerim. Belki de şartlı refleks geliştirdiğim için, seçtiğim her filmi beğenerek izlerim. Festival sonunda, aklımda kalan sadece duygular, yeni öğretiler olur.

Vavien filmini, bir rastlantı sonu erken izledim. Filmin adı kurgunun temel öğesini anlatıyor aslında. Elektirik devresinden alıyor adını. İnsan beyninin işleyiş şeklini anlatıyor belki de. En genele yaydığımızda; hayatımızda yaptığımız her hareketin, bize tekrar geri dönmesini. Bir ışık yakıyoruz. Ve merdivenleri çıkmaya başlıyoruz usulca, sinsice, ya da hızla, koşarak. Sonra ardımıza bakmadan en doğal hareketi yapıyoruz, olması gerekeni; yukarıda, bir düğmeyle, tüm ışıkları kapatıyoruz.

İşte tüm film boyunca yaşam çizgilerinde gözlenen ana fikir buydu. Hepsi kendi yollarında, kendi yöntemlerince ilerliyor; bazen yolları çakışıyor, bazen de ayrı yollara tam da bu yüzden savruluyorlardı. Filmin en güzel yanı seyircinin, en yalın haliyle üçüncü göz olduğunu, oturduğu koltukta hissetmesiydi.

Film oldukça düşük bir bütçeyle çekilmesine rağmen, seyirciye vermesi gereken etkiyi yeterince verebilme gücüne sahip. Oyuncular birer karakter oyuncusu olduklarını, burada soyundukları rollerde sergiliyorlar. Engin Günaydın, kurnaz ama özünde zavallı bir adam olduğunu hissettiriyor seyirciye. Karısından kurtulmak için detaylı ince planlar yapıyor. Ama küçük bir ışık yüzünde sadece kendi hayalinde yarattığı bir “şey” yüzünden dünyasını değiştirmeye karar veriyor. Durduğunuz yere göre nefret duygusunu tetikliyor.

Binnur Kaya, çaresiz gibi görünen belki de bu yüzden sonsuz bir sabrı olan bir kadını canlandırıyor. Genetik kodlarından dolayı sorgusuz itaati seçmiş. Babasının uzaktan gelen sesine itaat ediyor. Kocasının görüntüsüne itaat ediyor. Yemek yaptığı, milletvekili kadının düşüncelerine sorgusuzca itaat ediyor. Oysa gücünün farkında değil. Onun da hayalleri var. Kendisinde olmayan, komşunda olan, anlayışlı kocaya özeniyor.

Settar Tanrıöven, her zaman ki gibi gerçek bir karakter oyuncusu. Rolüne soyunmuş. Bizden. Sokaktan, tanıdık, bildik, adını hatırlamadığımız ama içimizden birini; yeniden teyit ettiriyor, sevdiriyor, anlamamızı sağlıyor. Oyun gücüyle bizi dışarı fırlatıyor, koltuklarımıza yapıştırıyor.

Yönetmenlerden, kardeş Yağmur Taylan’ın Tıp Fakültesi mezunu olması, Bakırköy Ruh ve Sinir hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Bölümünde beş yıl uzmanlık eğitimi alması, bence bu filmin duygusal ritminde önemli bir faktör.

Film bitip, ışıklar söndüğünde, uzun zaman sonra ilk defa koltuktan kalkıp başka bir filmi seyretme ihtiyacı hissettim. Eşime “haydi gidip başka bir Türk filmi seyredelim” dedim. Ama dışarıda o kadar kötü bir hava vardı ki. Başka bir sinemaya gitmek değil eve gitmek için bir taksi bulmamız imkânsızdı.

Bu duyguyu daha önce başka bir gün yaşamıştım. O zamanda “Kader” filmini seyretmiştim kız kardeşimle. Yine bir hafta sonuydu. O zaman şanslı bir günü, sonuna kadar yaşamıştık. Zeki Demirkubuz’un “Kader” filminden çıkıp biraz yürümüş, başka bir sinemada Nihat Durak‘ın “İlk Aşk” filmine gitmiştik. Ve ben yine iki yazı yazmıştım.

Zuhal Ozden
İst.,24 Mart 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder