26 Mart 2010 Cuma

Kendinden Yola Çıkmak Gerek

Üniversitede okurken mavi kartım vardı. Vapurda, otobüste hep onu kullanır, paramın bittiği yerde bol bol yürürdüm. Öğrenci olmanın bir sürü avantajı olduğu gibi dezavantajları da vardı o zamanlar. Eminönü-Beyazıt arasını yürür vapurla Kadiköy yakasına geçerdik, zaten okul içinde ya da dışında tüm gün yürür yorgun, eve gitmek üzere bindiğimiz otobüste gönül rahatlığı ile koltuklara oturamazdık. Tüm gün kahvelerde oturmuş yaşlı adamlar, gün gün gezen yaşlı kadınlar koltuklarda kurulur, bizi hain gözlerle süzerken, ayakta genç olmanın delikanlılığını es geçmek zorunda hissederdik kendimizi. Yüksek sesle konuşmamız yasaktı. Fazla gülersek mutlaka uyarılırdık. İçleri geçmiş yaşlıların yanında yorgun ve neşeli halimiz sinir bozucu görünürdü. Hala aklıma geldiğinde sinirimi bozan, sessiz kaldığım için kendimden nefret ettiğim bir anım beni her zaman rahatsız etmiştir. Otobüsün en kalabalık olduğu, en fazla öğrencilerin bulunduğu bir eve dönüş zamanı, ortaokul öğrencilerinden biri şaka olsun diye elinde ki paket lastiğini, avucunda germiş orta yere atıvermişti. Fırlayan lastik yaşlı bir adamın kafasına denk gelmişti. Adam çok sinirlenmiş, öğrenciyi tartaklayarak otobüsten atmıştı. Hepimiz olayı izlemiş, sessiz kalmıştık. Belki çocuğun başka parası yoktu, hoş görüsüz bu adamı tepkisiz izlediğim için aklıma geldikçe hala kendime kızıyorum.

Hep gençler ve çocuklar birer meta olarak görülür nedense. Bugün televizyon ana haber bülteninde ders kitaplarına konan Abdullah Öcalan ile ilgili bölümlerin askerler tarafından incelendiği, daha bazı kelimelerinde inceleme altında olduğundan bahsediliyordu. Bu çocukların hayatın tam içinde olduğu, televizyon seyrettiği, ağabeylerinin, babalarının, ablalarının kaybolduğu, öldüğü bir dünya da yaşadığı, hatta en azından gazete başlıklarını okuduğunu hiç kimse fark etmiyor mu acaba? Bir iç savaş varsa bu çocukların ağabeyleri, babaları savaşıyor. Yetim kalan onlar. Başka bir dünya da yaşayan çocuklar için hazırlanmıyor ki bu ders kitapları! Bu çocuklar anne ve babalarını eleştirebiliyorlar mesela, annelerine ‘üzülme diyorlar babam her şey de seni suçluyor bu senin suçun değil?’ ya da ‘üzülme baba bu sene de aynı pantolonla okula giderim, zaten boyum o kadar uzamadı’ bazıları okuldan geldikten sonra evde çalışan anne babalarına tezgaha yasladıkları tabure üstünde akşam yemeği pişiriyor, bir yandan akşam haberlerini seyrederek. Bazı şehirlerde öğretmenler çocukları derse girmeleri için evlerinden, çöp ya da kağıt topladıkları sokaklardan zorla toplayıp sınıflara sokuyor.

Bu çocuklar harçlıklarını biriktirip sinemalara gidiyorlar mesela, orada bir sinema şahaseri olan ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmini seyrediyorlar. Sonra oturup bilgisayarın başına film hakkında bilgi toplamaya başlıyorlar. Simgeleri araştırıyorlar. İngiliz yazarın orada asya ırkını bir ucube olarak gösterdiğini, kendi ırkını ise gelişmiş güzel bir ırk olarak gösterdiğini öğreniyorlar. ‘Matrex’ filmi onlara hayatlarında sayfalarını hiçbir zaman çevirip bakmayacakları tasavvuftan öğretiler sunuyor. Evde canları sıkıldığında ders çalışmaktan bunaldıklarında tekrar tekrar bu filmleri seyrediyor, oyunlarını oynuyorlar. Dinledikleri şarkılarda hiçbir ders kitaplarında olmayan öğretilerin özetini kavrıyorlar. Ortaokul sıralarında önceleri hiç fark etmeden eğitime isyan ediyor, sözgelimi yüksek sesle ‘the wall’ şarkısını söylüyorlar. Müziğin tınısı hoşlarına gidiyor önce, sonra merak edip internette diğer şarkılarda yaptıkları gibi sözlerine bakıyorlar. Türkçeleştirdikleri sözlerinin aslında tamda kendi düşüncelerini anlattıklarını gördüklerinde hiçte şaşırmıyorlar. Sonrasında mı ne oluyor? Artık okulu sevmiyorlar. Birer yabancı oluyor. Bir klan halinde yaşama başlıyorlar.

Üniversiteyi bitirene kadar hayatı pencereden seyrediyormuş hissine kapılmamızın sebebi belki de bize ders kitaplarında okutulanlar. Bize zorla dikte edilmeye çalışılan hiç bir şeyin hayata bire bir uymadığını öğrendiğimiz zamandan itibaren geçen zamanın sonunda ki bu on küsur yılımızı alıyor. Otuzlu yaşlarımıza geldiğimizde ancak ergenlik dönemimizi bitirmiş, hayattan ne istediğini bilen bireyler haline geliyoruz. 15-16 sene gibi uzun bir zamanı boşa geçirdikten sonra, bizi birey olarak kabul etmeyen öğretmenlerin ve tüm büyüklerin hoşgörüsüzlüğüne rağmen öfkeli birer birey olarak onların arasına katılıyoruz. Ne zaman ki biz de unutuyoruz geçmişimizi onlardan biri oluyoruz. Başlıyoruz bizde yasaklar koymaya. Cevap vermekten üşendiğimiz için soru sorulmasından hoşlanmıyoruz. Kendi iç sesimizle fazla meşgul olduğumuz için başka seslere tahammül edemiyoruz. Sadece suçluyoruz. Çocuklarımızı okula göndermenin yeterli olduğunu düşünüyoruz. Onlara aldığımız en güzel çantalara doldurduğumuz kitaplar ile süslü defterlerin başarılı olmaları için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Başarılı olmadıklarında ise okul ya da çocuğumuzu suçlu ilan ediyoruz. Oysa öğrenci başarısızlığında tartışmasız bir zincirin olduğunu unutuyoruz. Burada ki ilk halkada biz yani aile, ikinci halkasında okul, en sonrasında öğrencinin geldiğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Öğrenmenin yolunu çocuklarımız bilmez ki, bunu ilk önce öğretecek olan eğitim kurumları ve bizleriz.

Zuhal Ozden
İst., 08 Kasım 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder