30 Mart 2010 Salı

Dün arkadaşım Güler’in “ Kamufle” adlı sergisine gittim. Gri betonla birlikte teller, çivi, renkli kumaş parçaları, naylon bebekler kullanarak yaşamdan aldıklarını, hayata nasıl yansıttığını gördüm. Krema görünümündeki, bu sefer gri betonun üzerinden fışkıran kırmızı tel bisiklet, küçük kızlarının hayallerini süsleyen, beton zeminde rüzgarda salınır gibi duran pembe minik elbise. Uçurtmasının ipi kopmuş gökyüzünde salınımını seyreden telden figür. Sanki hepsi çocukluğumdan kalan birer anının taş fotoğrafıydı. En sevimli odak noktam olan hatıram ise o karede sanki canlanmış, ona dokunmamı istiyordu. Gökyüzünden inen spiral bir akımın altında dolaşan koyu karıncalar. Vajina halleri. Hepsi peltemsi görünen, gri betondan fışkıran; hayatın, anların birer simgesi. Düz bir zeminin çuvalla örtüldüğü, altından bisiklet selesinin fark edildiği tabloyu daha önce görmüştüm o zamanda bana pek bir manidar ve sevimli gelmişti. Aşağıda çuval örtünün bittiği yerde pembe renkli naylon bebekler var. arkaları dönük, yan yana dizili, sadece dizlerinden itibaren görünen, kız çocukları. Onların halleri bana çocukluğumun yasaklarını, oğlumla bisiklet sefalarımızı, annemin bizi nasıl dehşetle izleyişini hatırlattı. En çok bir kaza yapmamdan korkardı annem. Derdi ki “ne diyeceksin insanlara ‘bacağın kırılsa mesela’ koca kadın rezil olacaksın” Kırk küsür yaşında bir kadın sahilde gezinirken maazallah bisikletten düşmüş “ne ayıp” kafasını kırmış. Oğlunu peşinde sürüklemesi de ayrı densizlik elbet. Annem sağ olsaydı Güler’ciğimin o tablosunu, ona hediye etseydim ne olurdu acaba? Bazen ne kadar kötü olabiliyorum tanrım!Kadın ile erkek arasında kalın çizginin olduğu ne kadar yanlışsa, onları aynı dengede görmekte bence o kadar yanlış. Birileri bunu okurken yanlış ne demek? Kime göre yanlış diye aklından geçirebilir. Ben olsam öyle yapardım. Ama bana şimdi durduğum yerden yanlış geliyor. Dün gittiğim sergi bir kadının değil, erkeğin sergisi olsaydı ana malzemeyi işleyiş tarzı, ona kattığı elementler mutlaka farklı olurdu. Elbette genlerindeki kromozom sayısının yoğunluğu, onun dengesinde, hangi tarafta yer alacağı yönünde önemli bir faktör olurdu. Sadece İngilizce yazan kadın yazarların ödül aldığı, 1996 yılından beri var olan Orange Ödülü’nün 2010 adayları açıklanmış yakın bir dönemde. Bu açıklama Avrupa dünyasında bir tartışmaya sebepsiz olmuş Taraf gazetesinin yazdığına göre. Yetkili ağızlar diyormuş ki buna Avrupalı kadınlar da dahil “hep acıları yazıyor kadınlar. Oysa mizah da var hayatta. Bir Asyalı kız kardeş tutturmuşlar, büyük bölümü tecavüzle ilgili yazılanların.” Buna benzer bir söylem var yetkin ağızların dilinde. Taraf gazetesi de demiş ki “bir de bizim yazarlarımıza bir soralım bakalım onlar ne der” İnci Aral, Aslı Erdoğan, Şebnem İşigüzel, Ayfer Tunç, Sema Kaygusuz gibi yazarlar kendi düşüncelerini beyan etmişler. Onların arasında en beğendiğim yorum Şebnem İşigüzel’in yorumu. Demiş ki “Bir yazara ne yazması gerektiği tavsiye edilerek, ayar verilmek istenmesine hep ‘sinir’ olmuşumdur” anılarından bahseder konuşmasının devamında ve kendisine geçmişte ‘ayar çekildiğinden’ söz eder. Sema kaygusuz’un konuşması diğer kadın yazarlardan farklı bir söylem içeriyor. O der ki “bu konuşmaların hepsi yersiz geyik muhabbeti.” Kadınlara özel ödülün saçmalığını dile getirir ve cinsiyetçi, sığ, edebiyat dışı bulur tüm bu olan biteni. Oysa yaşadığımız dünyada savaşlar var. Tecavüzler askerlerin kendilerini iyi hissettikleri bir alan. Yenik düştüklerinde, bir kadına sahip olup kendi zaferlerini ilan ettikleri, öz güvenlerini kazandıkları bir alan. Bu savaşların nerelerde oldukları da bir başka hayatın gerçeği. Bunu görmezden gelmek Asyalı ya da Avrupalı kız ve erkek kardeşlerimizi savaştan ve tecavüzden korumuyor. Duyarlı insanın eline, aklına tarih boyunca hep zincir vurulmak istenmiş. Herkesin gördüğü ama görmek istemediği, fısıldadığı ama duymak istemediğini yüksek sesle söylemekten çekinmeyen, bunu paylaşmak isteyen “bazen dokuz köyden kovulmuş” bazen ölmesi beklenmiş, zararsız olduğuna emin olunca, ardından günah çıkarılmış. Cumhuriyet öncesi kadın yazarlar hakkında yaptığım bir araştırmada, ilk kadın romancı Aliye Hanım’ın ilk romanını yazma sebebi beni bir hayli düşündürmüştü. Kadın hakkında bir sahaflarda karıştırdığım eski kitapların arasında, kaç aşamada onaylanan bir ev kadını olunur üzerine yazılmış ansiklopedi bulmuştum. Arkadaşımla sayfalarını karıştırıp kahkahalarla gülmüştük, bizden önce kadına öğütlenenlere. Oysa benim çocukluğumda annemin, hayatıma giren tüm kadınların hal dilleriyle bana öğütlediklerinin yazılı haliydi orada güldüklerim. İşte Aliye Hanım da tam bu yüzden Kurtuluş savaşından çıkmış kadınlara moral vermek için yine anne şefkatinden hareketle, yaşadıkları topraklarda erkeksiz kalmış kadınlara ve çocuklara yazmıştı ilk romanını. Günümüz kadını erkeklerin öteki yanda olduğunu kabul etmese de, çocuk doğurmadan kariyer yapıp, masada hesabı erkekten önce ödese de, eve gidince kırmızı kalpli yastığına sarılıp, en sevdiği terlikleri ayağında, en romantik filmini tekrar başa sarıp, sevdiği koltuğunda ağlar. Tek başına gittiği bir barda sarhoş olup evine döndüğünde sabah kanepede uyuyan adamı, ya da yastığını paylaştığı gece geleni evinden aceleyle kovalar. “Aynalar her yerde” demiştim güzel bir kadına. Bir dost, bir sevgili, bir sergi, bir film. Sokakta yürüyen bir adam. Sergide coşan başka bir adam. Her bir parçamız başka bir yanda bizim onu fark etmemizi bekler sanki. Belki de beklemez. Tıpkı tanrının evreni yaratırken kendisinden olanla etrafı donattığı gibi; biz de içimizde olanları, dışımıza baktığımızda kendi yansımalarımızdan görürüz. Belki de farkındalık diye bir şey yok. Var da yok. Fark ettiklerimiz işimize geldiği sürece var. Kimileri de fark ediyor ama anlatamıyor ya da uyarılmak istenmiyor, bir daha, yeniden. Sevgili arkadaşım Güneş bana doğum günümde “Meme Tarihi” kitabını aldı. Henüz bitirmedim. Aslında şöyle bir göz gezdirdim sadece. Yazar önsözünde okuyucuya soruyor. Kadının memesi kime ait? Momografi çeken doktora, sütünü emen çocuğa, dekoltesine iştahla bakan adama, onları arzulayan insana, fotoğraflarını çekip para kazanan fotoğrafçıyamı ait kadının memesi!Ya da şimdi aklıma geldi. Ergenlikte memeleri erken çıktığı için orta okula gönderilmeyen küçük kızın babasına mı, memelerine arkadaşları baktığı için “orospu ruhlu” olmakla suçlanan ağabeye mi… Kime ait kadınının memesi. Bir de vajina halleri var. Bir zamanlar, bir yazı yazmıştım. Üstelik bir betimlemeydi sadece, kısacık bir ânı anlatıyordu. İlk tepki bir kadından gelmişti. Edebiyatta demişti böyle şeyler olmamalı, bana yol göstermişti aklınca, onu bir şair desteklemişti. O zaman onlara da verdiğim yanıtta olduğu gibi en hoşuma giden örnek, hala aklıma geldiğinde çok beğenerek hatırladığım Elif Şafak’ın “Şehrin Aynaları” kitabında kadın kahramanın oğlunun mezarında rahmini bir bıçakla oyma sahnesi. Ve oldukça etkili muhteşem bir sahnedir. Kadının tabusu olan ama görmezden gelemediği şeytanla bir sevişme sahnesi vardır ki o da muhteşemdir bana sorsalar. Vajinayı görmezden gelenler için duvara asmak, beton dökmek sanırım Güler Aşık gibi sanatçıların bize yansıttığı, bir anlatım dili. Ama hiçbir kadın vajinasını kendi istemediği sürece oradan söküp atamaz.Zuhal Ozdenİst., 30 Mart 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder